"... günümüzün bütün Dehak’larına karşı gerçek bir mücadeleyi yürütecek olan çağdaş Kawa’lar bütün milliyetlerden proleter ve yarı-proleter emekçi yığınlardır."
Hükümet çizgisindeki ‘terör uzman’ı Bay Sedat Laçiner bir televizyon kanalında konuşuyor: ‘Mevcut partilerin kapatılmasının bir çözüm olmadığı ortaya çıkmış. Kapatılan partiler yerine kolayca yeni bir parti kurulabilmektedir ama yeni kurulan partiler de PKK’nın denetimi altında kalmaktadır. Bunun yerine tam tersine daha fazla parti kurulmalı. PKK’nın legal temsilcisi olan partinin dışında yeni Kürt partileri hatta yeni Kürtçü partilerin kurulması PKK’nın bu alandaki tekelini kırabilmek için teşvik edilmeli…’ Kısacası PKK olmasın da isterse ‘Kürtçü’ olsun.
Bay Laçiner sadece kendi kişisel görüşünü dillendirmiyor. Dile getirdiği devletin ve hükümetin de yarı-resmi görüşüdür. Bu görüş liberaller tarafından da hararetle paylaşılmaktadır. Şu farkla ki Laçiner gibiler bunu ‘Kürt siyasetinde çoğulculuğun sağlanması’, ‘Kürt siyasetinin demokratikleştirilmesi’ gibi süslü ambalajlarla paketlemiyor. Böyle bir politikanın mevcut durumu (liberallerin çok sevdiği belirsiz tabirle söylersek ‘statüko’yu, Marksist yani açık ve bilimsel terminolojiyle söylersek ‘ulusal hak eşitsizliği’ durumunu) koruyabilmek için PKK ve BDP etrafından ısrarla kenetlenen milyonları parçalamak amacıyla gerekli görüldüğünü fazla süslemeden açıkça ortaya koyuyor. Ne var ki şimdiye kadar PKK ve BDP’ye bu anlamda ‘alternatif’ yaratma yönündeki çok yönlü girişimler büyük ölçüde başarısızlığa uğradı. Örneğin 2008 yılında ‘ülkücü-liberal’ Bay Mümtazer Türköne’nin Şerafettin Elçi, Abdülmelik Fırat (2009 yılında öldü) gibi isimlerin öncülüğünde kurulabileceğini duyurduğu, Zaman, Aksiyon gibi konumu ve misyonu belli yayınlarda da reklamı yapılan (bkz. örn. PKK’sız Kürt Siyaseti, Aksiyon, 7.1.2008) sözde AKP ve DTP dışındaki güçlere seslenecek yeni ‘Kürt sağ partisi’ şimdiye kadar hayat bulamadı.
Ulusal hareketin DTK (Demokratik Toplum Kongresi) hamlesiyle belli talepler etrafında daha geniş bir cephe oluşturma çabası, bu durumda doğal olarak, hem açık sözlü statükocuları, hem de ‘özgürlükçü’ ve statüko düşmanı geçinen liberal statükocuları çileden çıkarmaktadır. Özellikle PKK’yle iş adamları örgütleri ve Kürt burjuvazisini temsil eden diğer ‘sivil toplum’ örgütleri arasında referandum sürecinde ortaya çıkan tartışmalar, yine son süreçte Şiwan Perwer gibi bazı sembolik isimlerle olan sürtüşmeler gibi ‘fırsat’lardan sonuna kadar yararlanmak için her şey yapılıyor. Bir yanda hükümet önde gelenleri PKK’yle çelişkileri olan ve ‘bölge’de etkili olabileceğine inandıkları bütün şahsiyetler ve odaklarla dayanışmalarını sergilerken, öte yanda statükonun en ateşli sözcülüğüne soyunan liberaller ağızlarına gelen (elbette en son ‘özgürlükçü’ modaya uygun) bütün ‘küfürleri’ sıralıyorlar: ‘Stalinistler’, ‘Baasçılar’, ‘siz çoğulculuktan ne anlarsınız’, ‘tek istediğiniz kendi mutlak iktidarınızı kurmak ve başka hiç kimseye söz hakkı tanımamak’, vb. vb…
Günümüzde artık o klasik ‘vatan haini gomonistler’, ‘moskof uşakları’ söyleminin zemini kalmamış bulunuyor. Neo-klasik diyebileceğimiz ‘bölücü’, ‘vatan haini’ söylemlerinin de Fırat’ın doğusuna sökmediği iyice kanıtlandığından, liberallerin bu ‘ilerici, çağdaş, Kopenhag Kriterlerine uyumlu’ küfürlerine rejimin bekası(!) adına büyük bir ihtiyaç duyulmaktadır. PKK’nin SSCB’nin çözülmesinden kısa bir süre sonra bayrağından orak-çekici atması, Öcalan’ın savunmalarında açık liberalizmin zaferini ilan etmesi, Marksist düşünceyi terk etmiş olduğunu ve onun yerine barışçı bir anarşist-ekolojik felsefeyi benimsemiş olduğunu, bu yeni felsefenin hiçbir iktidar istemi barındırmadığını vb. ısrarla vurgulaması gibi faktörlerin, ne liberalleri ne de onların her zaman Kâbeleri olarak gördükleri emperyalist başkentleri ikna etmeye yetmediği anlaşılmaktadır. Her iki odak da Öcalan ne derse desin, PKK’nin 20. yüzyıldaki devrimci ulusal kurtuluş hareketlerine özgü özelliklerin tüm kalıntılarından tamamen arınmadığı sürece terörist damgasından kurtulamayacağında ısrar etmektedir. Bu bağlamda PKK için emperyalist merkezler tarafından hazırlanan tüm raporlarda ısrarla “son Stalinist örgüt”, “son Marksist-Leninist örgüt” gibi ifadeler kullanılmaktadır.
Bunun tipik bir örneği 2007 yılında ABD Dış İşleri Ulusal Komitesi tarafından yayınlanan “Kürdistan İşçi Partisi’nin Silahsızlandırılması, Terhis Edilmesi ve Topluma Yeniden Entegrasyonu” (Disarming, Demobilizing, and Reintegrating the Kurdistan Worker's Party) başlıklı rapordur. Türk devletinin (kimilerinin zannettiği gibi hükümetin tek yanlı inisiyatifiyle değil, hükümet, ordu ve sivil yüksek bürokrasinin tam bir konsensüsü içinde) “PKK’yi düz ovaya indirme” veya “Demokratik Açılım” adı altında uygulamaya koyduğu PKK’nin tasfiyesi projesinin ana hatlarını ortaya koyan bu resmî raporda, Latin Amerika’da, İrlanda’da ve benzer silahlı hareketlerin olduğu diğer ülkelerde hükümetlerin emperyalist merkezlerle eşgüdüm halinde uygulamaya koyduğu “Silahsızlandırma, Terhis Etme ve Topluma Yeniden Kazandırma” (Disarming, Demobilizing and Reintegrating, kısa adıyla ‘DDR’) politikasının PKK’ye uygulanması için nelerin yapılması gerektiği ortaya konulmaktadır. Raporun PKK’nin ideolojisinin açıklandığı bölümde örgütün “70’li yıllarda dünya çapındaki anti-sömürgeci hareketten etkilenerek” oluştuğu ve “PKK’nin programının Marksist bir proletarya devrimini öngördüğü” vurgulanmakta ve Öcalan’ın PKK’yi “Stalinist disiplinle işleyen katı hiyerarşik bir örgüt olarak şekillendirdiği, tek otoritenin daima Öcalan’ın elinde bulunduğu ve örgüt içindeki muhaliflerin şiddetli biçimde temizlendiği” belirtilmektedir. PKK’nin zaman içinde geçirdiği ideolojik dönüşümden, Marksizmi açıkça terk ettiğinden tek sözcük bile edilmemesi karakteristiktir. Emperyalist politika üreticiler, PKK’yi SSCB’nin çözülüşünü izleyen süreçte, hemen hepsi “barışçı” yöntemlerle tasfiye edilen 20. yüzyılda oluşmuş devrimci silahlı hareketlerin haddinden fazla yaşamış bir çocuğu olarak değerlendirmektedir. Bu bağlamda PKK yöneticilerinin Marksizmin yenilgisi ve liberal demokrasinin şanlı zaferleri hakkında ne gibi açıklamalarda bulundukları onların gözünde (ve tabii ki onların hık deyicisi liberallerimizin gözünde de) hiçbir şeyi değiştirmemektedir.
Söz konusu raporda PKK’nin tasfiyesi için Türk hükümetine ve ilgili hükümetlere önerilen yöntemler şu başlıklar altında toplanmıştır:
- Reformları uygula
- Orduyu demokratikleştir
- Irak’ın egemenliğine saygı göster
- Af düzenlemelerini geliştir
- Müzakerecileri tayin et
- Bir Hakikatler ve Uzlaştırma süreci başlat
- Altyapı yatırımlarına kaynak ayır
- Sosyal refahı arttır
- Topluma kazandırmayı destekle
- İş olanakları yarat
- Havuç ve Sopa politikasını uygula (Avrupa’daki PKK’ye yakın kurumlardaki şiddeti savunan unsurların ezilmesi ve şiddeti tamamen terk etmeyi savunan çevrelerin desteklenmesini içermektedir)
Hemen fark edilebileceği gibi bunlar, hükümet, burjuva muhalefet partileri ve PKK tarafından “çözüm” adına bir bölümü ya da diğer bölümü ön plana çıkarılan unsurların neredeyse tamamını içermektedir. “Savaşma Konuş” sloganı altında belli yayın organları tarafından geniş bir zeminde yürütülmeye çalışılan liberal kampanyada da, diğer ülkelerdeki DDR süreçlerinden örnekler verilerek yine esas olarak bu önlemler tartışmaya açılmaktadır.
PKK’nin bu süreçten beklentisi, Güney Afrika, El Salvador gibi az sayıdaki birkaç örnekte olduğu gibi, verilen uzun süreli mücadelenin karşılığı olarak legal zeminde itibarlı bir siyasal güç konumuna kavuşabilmektir. TC devletinin beklentisi ise bu politikanın uygulandığı örneklerin çoğunda görüldüğü gibi sürecin uzun ve hiçbir pratik sonuç getirmeyen görüşmelere yayılarak rejimin uzun süredir tehdit kapsamında değerlendirdiği bir hareketin etkisinin büyük ölçüde kırılmasını sağlamaktır. Bunun için de “en büyük umut yaratarak en az somut ödün verme” politikası izlenmektedir.
Bütün bu projelerde yeterince dikkate alınmayan veya ucuz bazı yöntemlerle etkisinin kırılabileceği zannedilen bir unsur varsa o da “bölge”deki emekçi yığınların gerçek özlemleri ve talepleri için mücadele kararlılığıdır. Bu süreçte ulusal hareketin içindeki iki eğilim, kaçınılmaz olarak gittikçe daha belirginleşen ve sertleşen biçimde karşı karşıya gelmektedir. PKK ve BDP, “bölge”deki mülk sahibi sınıflar cephesinden kendisini tamamen emperyalist merkezlerin ve onlarla uyum içinde hareket ettiği sürece Türk devletinin insafına teslim etmesi için ciddi bir basınca uğrarken, “aşağıdan”, ezilen ve sömürülen emekçi milyonlar cephesinden ise tam tersine daha kararlı bir mücadele yürütülmesi için aksi yönde güçlü bir baskıyla karşı karşıyadır. PKK’nin belli tavizler verilerek tamamen düzen içine çekilmesinin başarılamaması durumunda gelecek kuşakların çok daha radikal bir çizgiyi ortaya koyabileceği düzenin “akıllı” temsilcileri tarafından yapılan değerlendirmelerde giderek daha sık biçimde vurgulanmaktadır.
Bu anlamda düzenin sahiplerinin belli ölçüler içinde kaldığı sürece kontrol edilebilir olarak değerlendirdiği gerilla eylemlerinden daha çok korktuğu bir şey varsa o da emekçi yığınların özellikle kentlerde gerçekleştirecekleri bağımsız kitlesel çıkışların gelişmesidir. Kuzey Afrika ve Yakın Doğu ülkelerindeki son örneklerde de görüldüğü gibi, inatçı gerici rejimlere az çok anlamlı geri adımlar attırabilecek tek yol kitlelerin bu tür bir bağımsız devrimci mücadele yoludur. Bu rejimlerin yıkılması ise sözkonusu mücadelelerin daha da örgütlü ve şiddetli biçimler almasına bağlıdır. Bu yüzden bu Newroz’da da ısrarla şunu vurgulamalıyız ki, günümüzün bütün Dehak’larına karşı gerçek bir mücadeleyi yürütecek olan çağdaş Kawa’lar bütün milliyetlerden proleter ve yarı-proleter emekçi yığınlardır.
H. Azad
İşçi Birliği, Mart 2011, Sayı 9
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder