14 Ağustos 2017 Pazartesi

Sermaye medyası, Nuray Mert'giller ve TÜSİAD “demokrasi"si üzerine

Nuray Mert kimdir, ne iş yapar, hatırlayalım:

"Red Hack'in yayımladığı e-postaya göre [Arzuhan Doğan] Yalçındağ, Berat Albayrak'a gönderdiği mailde şunları ifade ediyor:

"Ahmet Hakan, Nuray Mert, Arzu (Arzuhan Yalçındağ) ve ben Bodrum’da 12/ağustos cuma akşamı sohbet. Nuray Mert Sayın CB mızın hayranı olmuş, ‘doğru konuşalım olmasaydı mahvolmuştuk’ der. Arzu sorar neden akademisyenler yurt dışında gazete ilanları vermiyorsunuz düşüncelerinizi anlatsanız çok hoş olur. Nuray cevaben çok doğru olur ben bir yoklayayım etrafı der.”

Nuray Mert bu e-postanın açığa çıkmasının ardından Cumhuriyet gazetesinde “Erdoğan’a hayranlık, Doğan Medya’ya yakınlık” başlığıyla yayımlanan (30 Eylül 2016) bir yazıyla 'konuya açıklık getirmeye' çalışmıştır:

“... Olay şudur; 12 Ağustos akşamı, Ahmet Hakan, Arzuhan-Mehmet Ali Yalçındağ çifti ile Bodrum’da sohbet ettiğimiz doğrudur. Bu sohbetin hiçbir fevkalade anlamı ve önemi yoktur, sıradan bir ahbaplık, güncel siyaset üzerine konuşma mevzusudur. Başta Aydın Doğan olmak üzere, gerek Doğan ailesi ile, gerek Doğan medya çatısı altında yazar-idareci pek çok isimle arkadaşlığım, ahbaplığım gizlediğim bir mevzu olmadığı gibi, çekincem olan bir konu değildir.

... Hürriyet gazetesinden ise o dönem genel yayın yönetmeni olan Enis Berberoğlu’nun bana karşı yaptığını düşündüğüm bir nezaketsizlik yüzünden ayrılma kararı verdim. İşten atılmanın konu olduğu tek olay, Milliyet gazetesinin neden bildirmeden yazılarıma son vermesi olayı idi ve Milliyet gazetesi o dönem Doğan Grubu’na ait değildi. Bu olaylar esnasında, Doğan ailesi ve mensupları ile yakınlığımı bu konulara karıştırmamaya azami özen gösterdim.

... “Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hayranlık” meselesine gelince, Erdoğan’a hayran olsam, bunu doğrudan yazıp çizmekte mahzur görmez, fazladan, bu ülkede rahat ederdim.

... Ancak benim muhalefet anlayışım ak-kara biçiminde değildir, dahası şahıslara husumet beslemem ... Diğer taraftan, gıyabında, Cumhurbaşkanı’ndan “Tayyip Bey” diye söz etmem de Erdoğan’ın adeta bir şeytan olarak resmedilmesine karşı çıkmam da, “hayranlık”la alakası olmayan meselelerdir. 12 Ağustos gecesi masamıza uğrayan genç bir arkadaşımıza bu çerçevede yaptığım uyarılar, belli ki Yalçındağ tarafından “hayranlık” olarak özetlenmiş.

... 15 Temmuz darbe girişimi konusundaki tavrımı o tarihlerde yazdığım yazılarda net biçimde ifade ettim, dahası 15 Temmuz Türkiye için yeni bir başlangıç olabilirdi. Ayrıca, Batı dünyasının Türkiye’ye bu konuda hiç destek vermemesini yine, gerek Cumhuriyet, gerek Hürriyet Daily News yazılarımda eleştirdim. Ağustos sonunda katıldığım, bir AB Forumu olan Aubach toplantısında dile getirdim, bu noktada gocunacağım hiçbir husus yok."

Bu satırların da ortaya koyduğu gibi Nuray Mert bu açıklamasıyla sözkonusu e-postanın doğruluğunu tamamen itiraf etmiştir. Mert'e göre sözkonusu olan neyin “hayranlık” olarak yorumlanıp neyin yorumlanmaması gerektiği konusunda kendisiyle Doğan medyasının veliaht prensesi arasındaki bir anlayış farkından ibarettir. Anlaşılan Mert'in “hayranlık” tanımının eşiği oldukça yüksektir.

Mert e-postanın ve e-postada geçen Bodrum Marinasında gerçekleştirildiği söylenen görüşmenin gerçekliğini doğrulamakla da kalmamış, Arzuhan Doğan Yalçındağ tarafından kendisine önerilen yurtdışında hükümet ve Erdoğan lehinde kampanya yürütme ve kamuoyu oluşturma görevini büyük bir isteklilikle üstlendiğini ve bu konuda pek çok çalışma yaptığını ortaya koymuştur.

Redhack tarafından ele geçirilip yayınlanan aynı e-postalar içinde “muhalif” görünümlü gazetecilerden Ruşen Çakır'ın da hükümet çevreleriyle gizli bir görüşmede Kürt halkının farklı eğilimlere sahip kesimlerine uygulanacak “böl-yönet” politikası hakkında onlara akıl verdiği ortaya çıkmıştı.

Ülkemizde “muhalif” ve "bağımsız" görünen yazar-çizer takımının bir bölümünün işi budur: “sol” gösterip sağ vurmak, bir yandan halka muhalif görünüp diğer yandan -tekelci sermayenin çıkarları gerektirdiği sürece- mevcut sermaye hükümeti lehine gereken zeminlerde kamuoyu oluşturmaya çalışmak.

Mert'in iddiasının aksine hayranlığını açıkça ilan etmesi onun çıkarına olmaz, tam tersine bu görevini hakkıyla yerine getirmesini engelleyecek bir durum olurdu. Zira “aydın çevreler” arasında ya da “yurtdışında” hükümete muhalif olarak tanınan bir yazarın “objektiflik” görünümü altında kritik konularda hükümet lehine propaganda yürütmesi, hükümet basınındaki maaşlı yalakların gülünç savunmalarından çok daha etkilidir. Bu baylar ve bayanların yaptığı işin siyaset sözlüğündeki adı -Lenin'in liberal aydınlar için sıkça kullandığı bir ifadeyle- “siyasi fahişelik”tir ve bunun makbulü ya da kalburüstü olanı fahişe kıyafetiyle değil rahibe kılığında yapılanıdır.

Fakat TÜSİAD 15 Temmuz'u izleyen süreçte yalnızca muhalif görünümlü yazar-aydın-akademisyen takımını görevlendirmekle kalmamış, TÜSİAD yöneticileri bizzat ABD ve Almanya'da “15 Temmuz'u anlatma” seferlerine çıkmış, dönemin TÜSİAD başkanı Canşen Başaran Symes, AB'nin TC vatandaşlarının AB'ye vizesiz seyahat etmelerini sağlayacak anlaşmanın onaylanması için aşırı uzun gözaltı sürelerinin kısaltılması talebine karşı “... ülkemizin terör tehdidi ile karşı karşıya kaldığı bir ortamda AB’nin terörle mücadeleyi aksatacak bir beklenti içinde olmaması gerekir” şeklinde cevap vermiştir. İşin komiği, TÜSİAD başkanının bu açıklaması Cumhuriyet tarafından “TÜSİAD'dan özgür düşünce” çıkışı olarak sunulabilmiştir. 

Marx “görünen her zaman açık olsaydı, bilime gerek olmazdı” demişti. Ne yazık ki Marx'ın bu sözünden hiç bir şey anlamamış “Markistler” pek çoktur. Her şeyi günü birlik söylemler çerçevesinde değerlendiren, bu söylemlerin arkasındaki gerçek ilişkileri araştırma zahmeti göstermeyen ve sınıfsal bir bakış açısından yoksun olan “Marksist”lerin bütün kritik işleri kapalı kapılar arkasında halletmeyi seven tekelci sermayeyle hükümetler ve Nuray Mert'giller familyasından sağlı-"sol"lu liberal yazar ve aydınlar arasındaki "karmaşık" ilişkilerin gerçek niteliğini anlamalarını beklemek boşunadır.

Bu tür “Marksist”lere tipik bir örnek olarak TÜSİAD'ın kimi açıklamalarına haddinden fazla anlamlar yükleyerek (ve biraz da CHP'nin “adalet yürüyüşü”nün estirdiği geçici rüzgardan kaynaklanan sarhoşluğun etkisiyle olsa gerek) TÜSİAD'la hükümete karşı ortak “barikat kurma” çağrısı yapan Evrensel'in başyazarı ve EMEP'in baş teorisyeni İhsan Çaralan'ı verebiliriz:

“... Bugün TÜSİAD’dan işçi ve kamu emekçisi sendikaların, emek örgütlerinin önemli bir bölümüne, OHAL mağduru olmuş geniş emekçi kesimlerden aydınlara, gazetecilere, akademi dünyasına; demokrasi güçlerinden kütür-sanat-bilim dünyasına kadar geniş bir kesim OHAL’in kaldırılmasını istemektedir. Ama bunlar seslerini ve güçlerini ortaklaştıramadıkları için; ne seslerini yeterince duyurabilmekte ne de güçlerini ortaya koyarak OHAL bağımlılığı edinen MGK’nın, Hükümetin, AKP ve MHP seçkinlerinin karşısında bir barikat oluşturabilmektedir.” (İhsan Çaralan, 'OHAL'in kaldırılması için mücadeleye, Evrensel, 19 Temmuz 2017)

Aslında bu sözleri uzun uzadıya yorumlamak gerekir zira bu sınıfsal dar görüşlülük sosyalizm hatta “Marksizm” adına konuşan çevrelerde kesinlikle Çaralan'la sınırlı değildir. Ama şimdilik böyle yol göstericileri olduğu sürece Türkiye solunun çok fazla düşmana ihtiyacı olmayacağını söylemekle yetinelim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder