13 Nisan 2017 Perşembe

Erdoğan'ın özlediği "Disiplinli Hürriyet" ya da "Milli Şef"lik rejimi

Erdoğan'ın özlemini duyduğu, şimdiden önemli ölçüde fiilen hayata geçirmiş olduğu ve 16 Nisan referandumuyla legalize etmeyi amaçladığı rejim Türkiye tarihinin hiç de yabancısı olmadığı bir rejimdir. Bu faşizmin "Führer ilkesi"nden ilham alan "Milli Şeflik" rejimi olarak Kemalist tek parti diktatörlüğü döneminde Türkiye'de uygulanmış olan rejimin üzerine bol "İslam" sosu dökülmüş bir yeniden baskısından ibarettir.

Bakın bakalım aşağıdaki satırlar size de bir yerden "fazlasıyla tanıdık" gelecek mi? 

 "... Bütün toplum, yalnız devletin uygun gördüğü ve bizzat devletin içinde olduğu kurumlarda zorla bir araya getirilmişti.

Basın, bu programın en önemli ayaklarındandı. Rejimi eleştirmek, “basın özgürlüğünün kötüye kullanılması” olarak görüldüğünden Meclis’te kabul edilen Matbuat Kanunu; memleket çıkarlarına yayın yapmayan gazete ve dergilerin toplatılmasında yetkiyi, Bakanlar Kurulu’na vermişti.

Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nun değiştirilen 18. maddesi, polise şüpheli gördüğü kişiyi dilediği kadar gözaltında tutma yetkisi vermekte, bu süreyi uzatmayı en büyük mülki amire bırakmaktaydı. Faşist İtalya’dan alınan Ceza Kanunu, 1930 ve 36’da elden geçirilerek “devlete karşı işlenen suçlarda” cezalar artırılmış, 141 ve 142. maddeler işçi sınıfı ve sol hareket üzerinde yıllarca sürecek yeni bir yasak zinciri başlatmıştı.

1934’de çıkarılan İskân Kanunu ile Kürtler, yaşadıkları yerlerden koparılarak zorunlu göçe tabi tutulacaktı. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya uygulamayı; “Bu kanun tek dille konuşan, bir düşünen, aynı hissi taşıyan bir memleket yapacaktır” sözleriyle savunmuştu.

 CHP Genel Sekreteri Recep Peker ise olaya daha derinden bakmaktadır. “İnsanlar tek tek bakıldığı zaman değerleri sıfırdır… İnsanlığın en büyük eseri devlettir… Milli şeflerin hükümlerine candan uyan ve inanan disiplinli bir cemiyet kurma davasındayız” diye yazmıştı.

“Milli Şef kişisel iradesini açıkladığında, bizim özgürlük ve egemenlik aşkımız konuşmuş olur”

1935 yılında yapılan CHP’nin 4. Kurultayında –CHP–  Genel Sekreteri Recep Peker, Cumhuriyetin bir “parti devleti” olduğunu açıklamıştı. Kabul edilen programla parti örgütü ile devlet örgütü bütünleşmişti. İsmet İnönü’nün yayınladığı bir bildiriyle tasarı kesin halini almıştı. Buna göre İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, aynı zamanda CHP Genel Sekreteri, idaredeki bütün yüksek dereceli devlet memurları bulundukları yerlerde partinin yöneticisi olmuştu. Valiler artık CHP il başkanı, Genel Müfettişler, parti çalışmalarını denetleyen yetkiyle donatılmıştı.

İsmet İnönü, “Milli Şef” ilan edilmiş, iktidara yakın basında önemli yazar ve gazetecilerin büyük bölümü, Milli Şef’e övgü üzerine övgü yağdırmış; onun ne büyük “hasletlere”, ne sınırsız yeteneklere sahip olduğunu anlatmışlardır.

Ülkü Dergisi Milli Şef’i şöyle tanımlamıştır:

 “O, bizi teşkil eden manevi kıymetlerin, uzun tarih içinde Türk Milletini, yaşamanın ve ölümün efendisi yapan büyük kıymetlerin tâ kendisidir… Milli Şef, ulusun babasıdır, o bir mürebbidir (ders veren), onun gerçek özelliği budur, tüm çabası ulusu yetiştirmek içindir… Şef ders verir, onun sözleri herkes için derstir… O kişisel iradesini açıkladığında bizim özgürlük ve egemenlik aşkımız konuşmuş olur…”

Milli Şef İsmet İnönü’nün damadı gazeteci Metin Toker o dönemden söz ederken şunları yazmaktadır: “Meclis, hükümet hukuken vardılar. Fakat politikayı bizzat ve doğrudan doğruya İsmet İnönü idare ediyordu… Milli Şefin mahsurlu saydığı her şey Türkiye’de yasaktır. Bundan dolayıdır ki gazetelere gelen emirler arasında bazen nasıl yorumlar da yazılması gerektiği bildiriliyordu… Başka emirlerde ise Milli Şef ile hatta Milli Şef’in ailesiyle ilgili haberlerin büyük verilmesi bildiriliyordu. Bu, mutlak hâkim İsmet İnönü’nün kudretini dosta düşmana gösterecekti… Cumhurbaşkanı bir konserde, bir temsilde, at yarışında gösteren fotoğraflar ‘devlet zoru’ ile çarşaf çarşaf yayınlandı." (kaynak: Hamit Erdem, "Disiplinli Hürriyet" ve Zincirli Hürriyet, toplumsol.org)

Politik gelişmelere günü birlik değerlendirmelerle değil, tarih ve sınıf bilincinin ışığında bakanlar için Kemalizmi yerden yere vurarak iktidarını pekiştirmiş İslamcılığın son sözünün Kemalist tek parti ve tek adam diktatörlüğünün bol din soslu yeni bir baskısını yaratma girişimi olmasında şaşırtıcı olan hiç bir şey yoktur, zira iki akımın da sınıfsal temeli aynıdır, bu da burjuvazinin sınıf diktatörlüğüdür. Bu diktatörlük yıkılmadıkça Türkiye tarihi de burjuva demokratik özgürlüklerin çok sınırlı olarak kullanılabildiği dönemlerle, bunların tamamen veya neredeyse tamamen yok sayıldığı dönemlerin birbirini izlemesi şeklinde bir tekerrürden ibaret kalmaya mahkumdur. 

O yüzden "yetmez ama Hayır"! "Hayır" çünkü burjuvazinin sınıf diktatörlüğünün baskısındaki az ya da çok her artış kesinlikle gayrı-meşrudur ve mücadele edilmelidir. Ama "yetmez", çünkü bu sınıf diktatörlüğü temelinden yıkılıp onun yıkıntıları üzerinde işçi sınıfının iktidarı kurulmadıkça bu baskıdan kurtulmak mümkün değildir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder