2 Aralık 2016 Cuma

"Otoriterleşme" ya da "ileri faşizm"in sınıfsal temeli üzerine

Saray ve Hükümet cephesi, MHP'nin yıllardır savunduğu ama kendi hükümet ortaklığı döneminde bile tam olarak uygulatamadığı (bütün kapsamıyla uygulamaya cesaret edemedikleri) politikaları adım adım hayata geçiriyor. Kürdistan'da "taş üstünde taş bırakmama" kanlı kampanyasından sonra, Bahçeli hapishanelerdeki Öcalan'ın, PKK'lilerin ve devrimcilerin idamını istiyor, Erdoğan da "şimdilik" kaydıyla HDP yöneticilerinin ve vekillerin hapse atılmasını veriyor. MHP bugün tek başına hükümet olsa uygulamakta zorlanacağı uğursuz işleri, Saray ve Hükümet cephesi 1 Kasım bombalı seçimlerini, IŞİD saldırılarını ve 15 Temmuz "darbe girişimi" garabetini kullanarak geniş kitleler üzerinde kendi yarattığı terör ortamında fazla bir direnişle karşılaşmadan hayata geçiriyor.

Her iki taraf da bu kanlı ve faşist alışverişten ziyadesiyle memnundur. Erdoğan bu şekilde "Başkanlık" adı altında pazarlamaya çalıştığı Suudi-Katar tipi "Emirlik" sisteminin önünü açtığını düşünüyor. Parti tabanından gelen basıncı bastırmaya çalışan Bahçeli ise partisinin tabanına karşı, sandıkla gerçekleşmesi mümkün olmayan "Devletin başına Devlet geçecek!" sloganını fiilen gerçekleştirmiş olmakla övünebilir (ve muhtemelen övünüyor). Fakat bu sloganı yorumlarken Bahçeli'nin "Devlet"liliğinin soyadından ibaret olmadığını unutmamak gerekiyor.

Mevcut süreci tahlil etmeye çalışan kimileri "otoriterleşme"den söz ederken, ülkede zaten faşizm vardı diyenler ise durumu "ileri faşizm" olarak tanımlıyor. Bu tahlillerin ne kadar tutarlı ve bilimsel olduğu tartışılır olsa da, Türkiye'de zaten oldukça güdük olan en temel burjuva demokratik özgürlüklerin Hükümet-Saray-MHP cephesinin (CHP'nin de mahçup desteğiyle) peş peşe gelen saldırıları altında her geçen gün daha da sınırlandığı açık bir gerçektir.

Ne var ki, "sosyalizm" ve hatta "Marksizm" adına konuşup da günlük siyasi gelişmelerin sınıfsal arka planını değerlendiremeyenler, bu sürecin gerçek anlamını görememekte, kendilerini olduğu gibi kitleleri de şaşkınlığa ve yönsüzlüğe sürüklemektedir.

Bu dar kafalı baylar ve bayanların yapabilecekleri tek şey her saldırıdan sonra mezarlıkta ıslık çalarcasına "bu otoriterleşmenin son noktası", "bu faşizmin son noktası" diye yaygarayı basarak kendi kendilerini rahatlatmaya çalışmaktan ve tekelci sermayenin has temsilcileriyle (ANAP eski genel başkanı Nesrin Nas'lar, holding sahibi Gülseren Onanç'lar, TÜSİAD'cı, Sorosçu, ulusalcı, vb. her burjuva renkten CHP'li vekiller, Oya Baydar, Baskın Oran gibi yol gösterici rolüne soyunmuş müflis liberal kargalarla ve benzerleriyle) salon "birlik"leri kurarak ya da Demirtaş'ın tutuklanmadan hemen önce yaptığı gibi CHP yönetimine "demokrasi bloğu" kurma önerisi götürerek "Saray'dan demokrasi kurtarma" acıklı operasını sahnelemeye çalışmak oluyor.

Söz konusu öneriye CHP yönetiminin verdiği oldukça zor anlaşılır yanıtları Türkçeye şöyle çevirebiliriz: "Abim (TÜSİAD) izin vermeyebilir, abimin izin vermeyeceği şeyi de zaten ben istemem."

Gerek komşularda girişilen emperyalist maceraların gerekse de -bunun alabileceği şu ya da bu özel biçimden bağımsız olarak- 12 Eylül sonrası koşulları fazla aratmayan "otoriter" bir siyasal rejim isteğinin tekelci sermayenin yönelim ve ihtiyaçlarından kaynaklandığını göremeyenlerin çeşitli burjuva partilerinin bu süreçte oynadıkları rolü anlayıp yorumlamakta zorlanmaları ve "ihanet"ten söz etmelerini normal karşılamak gerekir.

Yaşanan sürecin sınıfsal boyutunu anlamaları için tarih -ve dolayısıyla sınıf- bilincinden yoksun olan bu baylara ve bayanlara Rahmi Koç'un 26 Ocak 1982 tarihli Cumhuriyet’te, "askeri rejim"in faydaları hakkında söylediklerini hatırlatmak yararlı olabilir: "12 Eylül harekâtından önce her şeyi demokratik bir sistem altında yapmak zorundaydık. Bu da karar almak, yasa ya da yönetmelik çıkarmak için aylar geçmesini gerektiriyordu. Yani her şey güç ve uzun zaman içinde gerçekleştiriliyor, her şeye politik açıdan bakılıyordu. Ekonomik yaklaşım hep arkadan geliyordu. Askeri yönetim altında fark, alınan kararların parlamentodan geçmesi gibi bir zorunluluk olmadığından çok hızlı hareket edilebiliyor. Ve üstelik askeri yönetim yanlış yapsa bile bunu kısa sürede düzeltebiliyor."

Tekelci sermayenin güncel yönelimleri, özellikle Ortadoğu'daki yağma savaşının dayattığı acil gündem ve bunun yarattığı çok yönlü riskler, tam da onun "ekonomik" çıkarlarına uygun kararların "demokratik sisteme" takılmadan hızla alındığı ve kaçınılmaz hataların yine -göstermelik ve düzen sınırları içinde bile olsa- uzun zaman alan parlamenter tartışmaya açılmadan "hızla düzeltilebildiği" böyle bir rejimi gerektirmektedir.

2009 sonunda, Kürdistan kentlerinin militan kitle eylemleriyle sarsıldığı bir sırada gerçekleşen bir TÜSİAD toplantısında, Rahmi Koç'un oğlu Mustafa Koç ise şunları söylüyordu:

"Şimdi de kültürel kimlikler ekseninde ortaya çıkan siyasi çatışmanın toplum içindeki yansımalarına şahit oluyoruz. Siyasilerimiz, kendi siyasi stratejileri adına en keskin söylemleri benimserken, toplum üzerinde yarattığı tahribatı umursamaz görünüyor. Öte yandan terörü meşru gösterdiği izlenimini doğuran tutum ve davranışlardan yeterince de kaçınılmadığı göze çarpıyor. Sonuçta siyasette yaratılan gerginlik ortamı, her türlü kışkırtmaya uygun bir zemin oluşturuyor. Bu da, sokaklara ifade özgürlüğünün sınırlarını aşan gösteriler, hatta çatışmalar olarak yansıyor. Gelişmelerden ülke adına çok ciddi endişe duyuyor, tüm siyaset ve toplum kesimlerine itidal ve sağduyu çağrısı yapma ihtiyacı hissediyoruz. Çünkü bu kutuplaşma bizi ülke olarak öngörmediğimiz ağır sonuçlara sürükleyebilir. Yükselen işsizlikle gelebilecek sosyal sorunların, bu toplumsal kutuplaşma ile birleşmesi telafisi imkansız zararlara yol açabilir."

Bu sözlerde de açıkça görüldüğü üzere tekelci sermayenin en büyük korkusu daima varolan sosyal ve ulusal kurtuluş dinamiklerinin birleşerek kendi çıkarları üzerine kurulu düzeni sarsacak bir güce kavuşmasıdır. Fakat AKP'yle TÜSİAD arasındaki görünürdeki çelişkilerle AKP döneminde finans kapital kodamanlarının örgütü TÜSİAD'ın en kodamanı Koç grubunun yüzde 800(!) büyüdüğü gerçeği (ki bu gerçeği Türkiye ancak Mustafa Koç'un muhtemelen fazla yiyerek zamanından erken terki diyar etmesiyle öğrenebildi) arasındaki diyalektiği bir türlü çözemeyen, hatta "zulme direnen 'çapulcu'ların yaralarını saran bir 'kalender' iş adamı olarak Mustafa Koç" ("Marksist" profesör Taner Timur'un 24 Ocak 2016'da BirGün gazetesinde yayınlanan yazısından) romantizmi içinde yaşayan, kısacası olaylara sınıf bakış açısından bakamayan küçük-burjuva "sosyalist"lerinin ve demokratlarının kitlelere sermayenin saldırılarını boşa çıkaracak doğru bir çıkış yolu göstermelerini beklemek hayalciliktir.

Oysa TÜSİAD'ın bu gerçeği bizim "sosyalist" hatta "Marksist" iddialı hayalci küçük-burjuva demokratlarına anlatmak için elinden geleni ardına koyduğunu söylemek sınıf düşmanımıza haksızlık olur. 

Örneğin Mayıs ayında AB'nin TC vatandaşlarına vize serbestisi tanımak için yasalardaki "terör" tanımının alabildiğine genişletilmiş olan kapsamının daraltılmasını şart olarak öne sürmesine karşı TÜSİAD: "... Anlaşmayı onaylaması gereken son merci Avrupa Parlamentosu, terörün tanımı konusundaki anlaşmazlık nedeniyle katı bir tutum takındı. Son iki günün gelişmeleri Türk vatandaşlarının AB'ye vizesiz seyahat etmelerini sağlayacak anlaşmanın onaylanması ve dolayısıyla uygulanması hakkında taraflar arasında ciddi pürüzlerin sürdüğünü açıkça bizlere gösterdi. Sorunun ilişkileri kopma noktasına getirmeden çözülebilmesini diliyoruz. Ancak ülkemizin terör tehdidi ile karşı karşıya kaldığı bir ortamda AB’nin terörle mücadeleyi aksatacak bir beklenti içinde olmaması gerekir." diyerek bütün gücüyle hükümetin arkasında durmuştur. TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Cansen Başaran Symes'in 12 Mayıs 2016 tarihli bu konuşmasını Cumhuriyet gazetesinin TÜSİAD'dan 'özgür düşünce' ve 'laiklik' çıkışı başlığıyla vermesi de ayrı bir komedidir, sadece bir kaç ay sonra Cumhuriyet bu "özgür düşünce" çıkışında dile getirilen "terörle mücadele"nin tadına bakmaktan kurtulamamıştır. 

Aynı şekilde, Ekim ayında TÜSİAD'ın "15 Temmuz darbe girişimini Amerikan makamlarına anlatmak üzere" oluşturduğu bir heyetle ABD'de bulunan Ali Koç, burada kendisine sorulan "Türk Amerikan ilişkilerinde bir kriz mi var?" sorusunu: 

"Ben 2-3 haftadır buradayım. Çok değişik toplantılarda, düşünce kuruluşları, üniversiteler, şirketlerle görüşmelerdeyim. Birincisi, Ortadoğu'da ne olup bittiğini hakikaten anlamıyorlar, ikincisi, bugün bizim coğrafyamızda bunlar yaşanırken Türkiye gibi bir ülkenin kayıtsız kalmasının imkansız olduğunu da anlamıyorlar! Arada çok büyük bir iletişim kopukluğu olduğunu ve Türk dostu olan, Türkiye-ABD ilişkilerine dünya açısından çok önem veren insanların bu işin nereye gittiği konusunda şaşkınlık içinde olduklarını gördüm… Bu kaos ortamının giderilmesinde Türkiye'nin önemli bir rolü olduğunu yaşayarak görüyoruz son bir aydır. Bölgeye baktığınız zaman Türkiye bütün ülkelerden ayrışıyor, ekonomisiyle, demokrasisiyle, halkıyla, becerileriyle, sanayi kapasitesi ile… Biz de bölgesel bir güç olmak istiyorsak, kendi mahallemizdeki olaylara da o veya bu şekilde dahil olmak zorundayız. Allah bize dünyanın en güzel ülkesini vermiş, kıymetini bilmiyoruz. Ben hâlâ inanıyorum, Türkiye farklı bir ülke, geleceği çok parlak bir ülke, dinamik bir ülke. Dünya açısından da kaybedilmemesi gereken, kazanılması gereken bir ülke." şeklinde yanıtlayarak, TC'nin komşularında giriştiği kanlı emperyalist maceraların tek kaynağının Saray'daki "Başmuhtar"ın neo-Osmanlı hayallerinden ibaret olmadığını bütün açıklığıyla ortaya koymuştur - tabii ki anlamak isteyenler ve biraz olsun sınıf bilinci olanlar için. 

Koç Holding'in yeni kaptanı olarak sol gösterip sağ vurma konusunda iddialı olduğunu ilk konuşmalarından itibaren kanıtlayan Ali Koç, aynı röportajında dünyanın ve Ortadoğu'nun içinden geçtiği dönemi "çok garip bir çöküş dönemi" olarak nitelemiş, çeşitli bölgelerin "çöküş"ünde bütün suçun batıya yüklenemeyeceğini belirtse de, Batı tarafından "Orta Amerika, Afganistan, Irak, Suriye, Afrika ve Güneydoğu Asya'da rejim değiştirme amacıyla yapılan yıkıcı girişimlerin" rolünü vurgulamış ve içinden geçilen bu "garip dönem"i ünü İtalyan komünist önder ve düşünür Antonio Gramsci'den aktardığı şu sözlerle özetlemiştir: “Eski dünya ölüyor ve yeni dünya doğmak için mücadele ediyor; şimdi canavarlar zamanı.” Diğer sözleriyle birlikte ele alındığıda bay Koç'un ne demek istediği açıktır: "Ortadoğu'da şu anda muazzam bir emperyalist yeniden paylaşım savaşı veriliyor. Son derece iştah açıcı olan bu yağma ve talan sezonunun ne zaman kapanacağını bilemeyiz. Hızlı hareket etmek zorundayız ve en az diğer yağmacılar kadar gözü kara ve yırtıcı şekilde davranmayı başaramazsak bu vurgundan elde edebileceğimizin azamisini alamayız. O yüzden uslu çocuklar gibi 'yurtta sulh, cihanda sulh' diyerek bir kenarda oturup olan biteni izleyemeyiz, büyük yağmacılara burasının son tahlilde bizim çöplüğümüz olduğunu hatırlatmak ve bize de bu kanlı yağmada bir yer açmak zorunda olduklarını kabul ettirmek için biz de en az onlar kadar 'canavar'ca hareket etmek zorundayız." 

Temmuz ayında Lozan'a övgüler düzerek silahlı-silahsız Kemalist bürokrasinin yüreklerinin bamtelini titreten Erdoğan'ın Eylül ayına gelindiğinde (ABD ve Rusya'nın TSK'nın Suriye'de operasyon yapmasına yeşil ışık yakmasından sonra) yeniden Lozan'ın büyük bir hezimet olduğunu keşfetmesinin sırrından tutalım da, AKP'nin maceracı Ortadoğu politikasına sözümona şiddetle karşı olan CHP'nin önüne gelen bütün sınır ötesi savaş tezkerelerini otomatik olarak imzalamasına kadar, güncel burjuva politikasında küçük-burjuva demokratlarını derin hayretlere düşüren diğer pek çok olayın kerametini Ali Koç'un bu sözlerinde en açık ifadesini bulan Türk tekelci sermayesinin emperyalist perspektiflerinde aramak gerekir.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder