"... Fakat Marksizmin klasikleri şunu da asla unutmamış ve ortaya koymuşlardır ki kapitalizmde geniş halk kitleleri sistematik olarak sömürülür, cahilleştirilir, aptallaştırılır, korkutulur ve "demokrasi" adı altında önüne birkaç yılda bir hepsi küçük bir zengin azınlığa hizmet etmeyi amaçlayan ve onlar tarafından muazzam paralarla finanse edilen partiler koyulur ve bunlar arasında seçim yapmaları istenir. Bu seçimler halk yığınlarının gerçek özlem ve çıkarlarını temsil etmez tam tersine onları kendi sınıfsal çıkarları yerine gerici önyargıları ve darkafalı, küçük-burjuva korkuları temelinde kutuplaştırıp mülk sahibi sınıfların iktidarını şu ya da bu yoldan sürdürmeyi amaçlarlar."
Hemen her konuda çok az doğru düşüncelerle çok fazla yanlış düşünceleri harmanlamasıyla temayüz eden “ilerici” iddialı “araştırmacı-yazar”larımızdan Bay Serhat Halis diyor ki:
“Kimse kendisi kandırmasın, bu topraklarda en eski çağlardan beri ilk kez bir halk iktidarı yaşanıyor. Siyasal İslam, tam olarak burada yaşayan halkın iktidarı. Bu halkın karakterine, zekasına, isteklerine, kültürüne, etik değerlerine, yaşam biçimine en yakışan iktidar bu. (…) toplumların refahı, sadece ürettikleri zenginliklerle değil, aynı zamanda o toplum içerisinde bulunan bireylerin zenginlikleri paylaşmak konusundaki istek ve çabalarına bağlı olarak gelişiyor. Bu nedenle “iktidarlar”; kulluk sistemini içselleştirmiş toplumlar yaratmak için ellerinden geleni yapıyor. Görüldüğü üzere güce tapan, tebaa kültürü ile yetişmiş bireylerin yoğun olduğu toplumlarda, “kader” ve “şükür” fenomenleri çok rahat şekilde devreye sokuluyor. (…) Buradaki insanların politik, kültürel ve etik tercihleri, Türkiye’de böylesi bir yaşamı ve yönetimi doğurdu. Bu, buradaki çoğunluğun kendi isteğiydi. Zira, bu halkın kendisine en uygun yönetim buydu. Riyakarlıkla, köylü kurnazlığıyla, "gavur” edebiyatıyla yetiştirilmiş; cin hikayeleriyle, orta çağ masallarıyla, bilim dışı her türden "bilgiyle" eğitilmiş, hak arayan memura, grev yapan işçiye, slogan atan öğrenciye saldırmaya hazır bir formasyon, hak ettiğini yaşıyor. (...) Toplumsal doku doğru okunmadığında; tüm bu ekonomik, kültürel ve etik çöküşe rağmen neden hala 1. parti oldukları anlamlandırılamaz. Maalesef hayat duygusal formülasyonlarımıza göre değil, maddi gerçeğe göre şekilleniyor.” (biraz özetleyerek aktardığımız yazının tam hali için bkz. https://bit.ly/halis-halk)
Bizler (Marksistler) "halk" dalkavuğu yapmayız, “halkımız ne yapsa doğrudur ve haklıdır” şeklindeki popülist görüşün gerçekten de maddi toplumsal gerçeklerle ve bunların en mükemmel teorik sentezi olan bilimsel sosyalizmle (Marksizmle) yakından uzaktan bağlantısı yoktur. Gerici iktidarlarla halkın geri yönleri, geri düşünceleri, yani onların ulusal, dinsel önyargıları, "halk"ın ezici çoğunluğunu oluşturan sömürülen sınıfların kendi sınıfsal çıkarları hakkındaki yetersiz ve burjuva düşüncelerle çarpıtılmış bilinçleri vb. arasında güçlü bir ilişki olduğu, gerici iktidarların hem bu geri yönlerden beslendiği hem de bu gerilikleri ellerindeki bütün araçlarla besledikleri de şüphesiz doğrudur. Marx ve Engels en büyük ulusların, örneğin Alman, Fransız, İngiliz uluslarının geri ve darkafalı yönlerini hatta bu ulusların en ileri kesimi olan işçi sınıflarını yeri geldiğinde bir bütün olarak en ağır ifadelerle eleştirmekten, bunların darkafalılıklarının gerici iktidarlara nasıl hizmet ettiğini en acımasız şekilde ortaya koymaktan asla çekinmemiştir. Örneğin Marx İngiliz kapitalistlerini iktidarda tutan sırrın İngiliz ve İrlandalı işçilerinin birbirlerine karşı ulusal önyargıları olduğunu yazar. Hakeza Lenin içinden çıktığı Rus halkının, Stalin Gürcü halkının ve diğer bütün büyük Marksistler başta kendi halklarının ve özel olarak bu halkın en büyük kesimini oluşturan işçi ve emekçi yığınların her türlü geri düşüncelerini ve hakim sınıflar karşısındaki boyun eğici tutumlarını en açık terimlerle ortaya koymaktan ve en acımasız şekilde eleştirmekten asla geri durmamıştır.
Fakat Marksizmin klasikleri şunu da asla unutmamış ve ortaya koymuşlardır ki kapitalizmde geniş halk kitleleri sistematik olarak sömürülür, cahilleştirilir, aptallaştırılır, korkutulur ve "demokrasi" adı altında önüne birkaç yılda bir hepsi küçük bir zengin azınlığa hizmet etmeyi amaçlayan ve onlar tarafından muazzam paralarla finanse edilen partiler koyulur ve bunlar arasında seçim yapmaları istenir. Bu seçimler halk yığınlarının gerçek özlem ve çıkarlarını temsil etmez tam tersine onları kendi sınıfsal çıkarları yerine gerici önyargıları ve darkafalı, küçük-burjuva korkuları temelinde kutuplaştırıp mülk sahibi sınıfların iktidarını şu ya da bu yoldan sürdürmeyi amaçlarlar. Buna karşı en geniş halk kitlelerinin gerçek çıkarlarını savunan devrimci akımlar ve partiler her şekilde ezilir ve bunların kitlelere ulaşmasının bütün kanalları devletin zorbalığıyla ya da paranın gücüyle sistematik olarak kesilmeye çalışılır. Bu yüzden burjuva seçimlerinin sonuçlarını belli bir halkın ilericiliğinin veya gericiliğinin kesin ölçütü olarak göremeyiz. Örneğin sosyalist ve düzen dışı iddialarla ortaya çıkan partileri (örneğin gerçekte her ikisi de sosyal-demokrat olan Brezilya’daki Lula’nın İşçi Partisi’ni ya da Yunanistan’daki Syriza’yı) iktidara getiren “halk”a ilerici eğilimli derken, bir sonraki seçimde açık bir sağ partiyi ya da ittifakı iktidara getiren aynı “halk”a iflah olmaz şekilde “gerici” oldu diyemeyiz. Büyük burjuva partileri tarafından kullanılan olanakların onda birini hatta yüzde birini sosyalist iddialı partilerin en beceriksiz olanına verin ve ona propagandasını biraz olsun özgür yürütme imkanı verin ve sonra onun oylarının hangi hızla arttığını seyredin. Legal “sosyalist” partiler içinde bile en geri, en sosyal-demokrat, kemalizmle ve Bay Halis'in de meftunu olduğu burjuva modernist düşüncelerle en kafası karışık siyasi çizgiye sahip olanlardan biri olan TİP’in sadece birkaç milletvekiliyle ve resmi seçim yardımı bile almamasına rağmen, yalnızca kendi üyelerinin aidatları - ve muhtemelen bazı küçük kapitalistlerin bağışlarıyla - bir dereceye kadar etkili bir ajitasyon yürütme imkanına kavuşması sayesinde kısa sürede küçümsenemeyecek bir oy potansiyeline ulaşması (en azından anketlerde görünen budur) bunun bir kanıtıdır.
Hakeza örneğin Türkiye’de tasarımı “halk”a hiçbir şekilde danışılmadan MHP yönetimi tarafından yapılan (bazı iddialara göre de ABD merkezli ünlü bir “danışmanlık firması”na yaptırılan) mevcut ucube “cumhurbaşkanlığı hükümet etme sistemi” şaibeli bir referandumla yüzde 50’yi çok az geçen bir oyla “halk” tarafından kabul edilmiştir ancak sadece birkaç yıllık uygulamadan sonra - devletin ve milyarlarca lira akıtılan “havuz medyası”nın bütün propagandasına rağmen - tamamen anti-demokratik olan bu sisteme karşı olanların sayısı yüzde 60’ın üzerine çıkmıştır, AKP ve MHP’ye oy verenler arasında bu sistemi istemediğini ve parlamenter sisteme dönülmesi gerektiğini belirtenler büyük bir oran oluşturmaktadır. Aynı şekilde yıllardır yürütülen bütün propaganda ve manipülasyonlara rağmen yapılan bütün anketlere göre TC devletinin Suriye’ye karşı yürüttüğü emperyalist savaş ve işgal politikası hiçbir zaman Türkiye nüfusunun büyük çoğunluğuna bir türlü kabul ettirilememiştir. Hakeza ABD’nin Irak işgaline Türk ordusunun destek vermesine ilişkin 2003 1 Mart Tezkeresi halkın basıncıyla meclisten geçirilememiştir. Bu yüzdendir ki kapitalist ülkelerde örneğin “HSYK’nın üye sayısı” gibi halkın zerre kadar umrunda olmayan veya hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığı konular halk oylamasına götürülebilirken halk yığınlarının yaşamını en derinden etkileyen bir ülkenin savaşa girmesi gibi veya çok büyük ekonomik politika değişikliklerine (emekçi yığınları tam bir yıkıma uğratırken en zenginleri daha da zenginleştiren 24 Ocak 1980 kararları, 2001’deki Kemal Derviş’in “Güçlü Ekonomi Programı” veya yakın tarihte yürürlüğe konulan sözde “Yeni Ekonomi Modeli” gibi) ilişkin kararlar, özellikle de halkın bunu reddetmesi olasılığı varsa hemen hemen hiçbir zaman halk oyuna sunulmaz.
Aslına bakılırsa mülk sahibi sınıfların elindeki araçların (devlet, para, uzun yıllara dayanan yönetme bilgisi, bütün dünyanın hakim sınıflarıyla bağlantılar, vb.) muazzam gücü ve bolluğu düşünüldüğünde asıl şaşırtıcı olan kitlelerin her şeye rağmen devrimci dönemlerde her şekilde ezilen ve marjinalleştirilen devrimci akımlara yönelmeyi başarabiliyor olmalarıdır. Çoğu zaman on yıllarca en gerici iktidarlara en uysal bir şekilde boyun eğen aynı yığınlar bütün ülkeyi sarsan ulusal bir kriz (ekonomik, siyasal vb.) durumunda aynı iktidara karşı en kitlesel ve kahramanca eylemlere girişebilir. Örneğin 1905’ten hemen önce Pyotr Struve gibi liberal ve içi geçmiş dönekler “Rusya’da devrimci bir halk mı var?” diye soruyordu. Gerçekten de görünürde öyle bir halk yoktu. Ünlü Kanlı Pazar’dan önce Rus işçileri arasında sosyalist, liberal ve Çarcı partilerin katıldığı bir seçim yapılsaydı muhtemelen Çarcı partiler kazanırdı. Zaten Kanlı Pazar'da işçiler kendilerini acımasızca sömüren kapitalistleri “Çar Baba”larına şikayet etmeye gidiyorlardı ama Çar'ın askerlerinin kurşun yağmuruyla onlarcası katledikten sonra büyük bir bilinç sıçraması yaşamışlardı. Ve yalnızca yüzde 10 kadarı okuma yazma bilen, en az Türkiye halkları kadar güce tapma, tebaa kültürü, “kader”, “şükür” inançları ile, riyakarlıkla, ezilen uluslara ve inanç topluluklarına karşı akıl almaz önyargılarla, “pis yahudi” edebiyatıyla yetiştirilmiş ve cahil bırakılmış olan bu aynı Rus halkı, Rusya’nın ulusal boyunduruk altına alınmış diğer ulusları/halklarıyla birlikte gerçekleştirdiği ikisi (1905 ve 1917 Ekim) dünya tarihsel önemde üç büyük devrimle dünyanın en devrimci halklarından biri olduğunu tartışmasız şekilde kanıtladı. Hakeza 15-16 Haziran’dan bir yıldan az bir süre önce Perinçek'in hempalarından Şahin Alpay gibi sosyalist (hatta “Maoist”) maskeli bir liberal kendinden emin bir şekilde “Türkiye'de proletarya, bugün devrime öncülük edecek objektif ve subjektif şartlara tam olarak sahip değildir” saptamasında bulunuyor ve “siz Türkiye’de hiç sosyalist işçi gördünüz mü?” diye soruyordu. “Halk”lar ve özellikle de çeşitli halklardan işçiler, kendi devrimci potansiyellerini küçümseyen böyle liberal nihilistleri çok geçmeden eylemli olarak tekzip etmekten asla geri durmamıştır.
Türkiye'de 15-16 Haziranları, 1960'lar ve 70'lerdeki bütün ilerici ve devrimci işçi, köylü, gençlik hareketlerini, 80'lerin sonu ve 90'ların başındaki büyük işçi ve memur hareketlerini, yine 90'larda Kürdistan'daki serhîldanları ve daha yakın tarihe gelirsek tarihi ölçekte büyük ve tartışmasız şekilde ilerici bir kitle hareketi olan Gezi Direnişi'ni, 2015'te Metal Fırtına adını alan büyük işçi hareketini, hakeza Kürdistan'daki Kobani direnişini ve özyönetim direnişlerini yaratan da, bugün çeşitli nedenlerle gerici bir iktidarı başından atmakta zorlanan aynı "halk" ya da halklardır. Gezi Direnişi’nden bir gün önce Serhat Halis’e - ve onun gibi düşünenlere - sorsaydık Türkiye halklarının kesinlikle - Emniyet Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre Bayburt hariç 80 ilde, toplamda milyonlarca insanın katıldığı - aylarca süren ve bütün ilerici insanlığın dikkatini çeken böyle tarihi bir direniş yaratma kapasitesine sahip olmadığını söylerdi ve buna kanıt olarak da “toplumsal doku” ve “maddi gerçeklik” üzerine yukarıda aktardığımız türden tek yanlı ve hayatın ve kitlelerin bilincinin dinamizmini görmezden gelen yani diyalektik olmayan gözlemlerini gösterirdi. Oysa bunlar sadece halk içindeki tek tek “marjinal” bireylerin veya kesimlerin gerçekleştirdiği mücadeleler değildi. Tam da bu yüzdendir ki mülk sahibi sınıfların gözünde TC sınırları içinde yaşayan halklar kesinlikle tamamen pasif, tehlikesiz, her şeye koyun gibi boyun eğen bir yığın olmaktan uzaktır, tam tersine "haddinden fazla" dinamik bir kitledir. Örneğin metal sektöründeki yüz binlerce işçiyi kapsayan toplu sözleşmenin Gezi Direnişi’nden yalnızca birkaç gün bağlanmış olmasını değerlendirirken dönemin MESS başkanı Tuğrul Kutadgobilik şunları yazmıştı: “Sonradan yaptığımız değerlendirmelere göre, biz ve karşı taraf o gece bu akdi bitirememiş ve işçiler ertesi gün “grev” kararı alarak, Gezi olaylarına şu veya bu şekilde dahil olmuş olsalardı, çok daha sert ve çok daha vahim neticeler ortaya çıkmış olabilirdi. Bu bakımdan işçi hareketinin Gezi olayları dışında kalmış olmasını tarihin ve talihin “olumlu bir neticesi” olarak yorumluyorum.” (bkz. Tuğrul Kudatgobilik, Koç'larla Üç Nesil, Yapı Kredi Yay., s. 229) Yani tekelci burjuvazinin bu son derece deneyimli temsilcisine göre halk hareketiyle işçi hareketinin birleşmesi durumunda ortaya kendi sınıfının iktidarı için son derece sarsıcı bir durum ortaya çıkabilirdi. Her önemli grevde ve biraz olsun yayılma eğilimi gösteren her işçi, gençlik, kadın hareketinin ardında hakim sınıflar "devrim ejderhası"nın başını çıkardığını görürler ve yukarıdaki örneklerin gösterdiği gibi bunda haksız oldukları veya “abarttıkları” kesinlikle söylenemez. Sorun aslında tam da hakim sınıfların en akıllı temsilcilerinin işçi ve emekçi yığınların devrimci potansiyelini “ilerici” sosyolog taslaklarımızdan ve “toplumsal ve kültürel doku” uzmanlarımızdan çok daha iyi kavrıyor olmalarıdır.
Yine de Bay Halis’e haksızlık etmeyelim. Sadece onun gibi düşünenler değil en devrimci kişiler ve partiler bile Gezi Direnişi gibi büyük kitlesel mücadelelerin tam olarak ne zaman patlak vereceğini hiçbir zaman öngörmemiştir ve öngöremez de. Ama gerçek devrimciler bay Halis gibilerden şununla ayrılırlar ki bu tür mücadelelerin eninde sonunda patlak vereceğine eminlerdir ve en kitlelerin gericiliğe en “uysal ve uyuşuk” şekilde boyun eğdiği zamanlarda bile bütün hazırlıklarını o günler için yapmaları gerektiğini bilirler. Böylece Bay Halis’ler, Pyotr Struve’ler, Şahin Alpay’lar gibi uzmanı gibi konuşmak istedikleri “maddi toplumsal gerçekliğin” diyalektiği tarafından utanç verici şekilde tekzip edilme durumuna düşmezler.
Halk yığınlarının gerçek öncülerinin (komünistlerin ve devrimcilerin) ve mevcut ekonomik, kültürel ve siyasal düzenin devrimci bir dönüşümünü samimi olarak isteyen bütün aydınların görevi geniş halk yığınları içindeki bütün gerici düşünceleri sistematik şekilde eleştirirken ve bu eleştiriyi bu yığınların en ileri unsurlarından (yani en sınıf bilinçli işçilerden) başlayarak en geniş kesimlerine yaymaya çalışırken, öte yandan da yığınların içindeki en küçük ilerici düşünce ve eğilimleri açığa çıkarmak, bunları geliştirmek ve tutarlı devrimci düşüncelerin düzeyine yükselterek yaygınlaştırmaya çalışmaktır. Bunu yaparken kitlelerin bilinçlerinin statik değil, onların içinde yürütülecek aydınlatma çalışmalarıyla ve kendi mücadele deneyimleriyle bağlantılı olarak değişebilir ve dönüşebilir olduğu ama en iyi durumda bile bu dönüşümün düz bir çizgide ilerlemeyeceği, ileriye ve geriye doğru zigzaglar çizerek gelişmek zorunda olduğu şeklindeki diyalektik materyalist bakış açısından hareket edenler, Bay Halis ve benzerleri gibi moral bozukluğu içinde debelenmekten bir kerede ve sonsuza kadar kurtulabilirler. Bu anlayışa karşı mücadele etmek gerekir zira tam da eleştirdiği gericiliğin en büyük dayanak noktalarından biri küçük-burjuva aydınlar arasında son derece yaygın olan gericilik karşısında bu pes etmiş anlayış ve ruh halidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder