25 Ekim 2022 Salı

"Halk" kitlelerinin düşünme biçimi hakkında Gramsci'den ne öğrenebiliriz ve öğrenmeliyiz?

İtalya Komünist Partisi'nin tarihsel liderlerinden büyük Marksist düşünür Antonio Gramsci, halk düşüncesinin çelişkili yapısı ve en ileri dünya görüşü olarak Marksizmin bununla ilişkisi konusunda gerçekten de derin düşünceler ortaya koymuştur: 

"... Felsefenin pek güç bir şey olduğu yolunda çok yaygın bir önyargı vardır. Bu kanı, felsefenin yalnız belirli bir uzman bilginler kümesine ya da filozofluğu meslek edinmiş veya bir felsefe sistemi kurmuş olan kişilere özgü bir zihin çalışması sanılmasından ileri gelmektedir. Bu görüşü yıkmak gerekir. İşe bütün insanların "filozof" olduğunu ispatlamakla başlamalı. Yalnız bunu yaparken bu herkese özgü "kendiliğinden (spontane) felsefe"nin sınırlarını ve niteliklerini tanımlamalıyız: Herkese özgü dediğimiz felsefeye şuralarda rastlanır: 1 . gramer bakımından birtakım içeriksiz kelimelerin değil, fakat kavramların (concepts) ve önbilgilerin (notions) bütünü olan dilde; 2. kamusal düşünüş* ve sağduyuda; 3 . Halkın dinsel inançlarında ve bunun gibi "folklor" adı altında toplanan bütün inanış sisteminde. Boşinancın düşünüş, görüş, davranış sisteminde. 


Herkes kendine göre ve bilmeden filozof olduğunu ispatlamalıdır. Çünkü herhangi bir zihin çalışmasının en basit bir görünüşünde, -mesela dilde bile belirli bir dünya görüşü vardır. Bunun böyle olduğu ispatlandıktan sonra, bilinç ve eleştiri aşaması olan ikinci aşamaya geçilir. Bu da şu sorunun ortaya konmasına yol açar: Eleştirici bir bilinç olmadan, düşünceler arasında bir birlik kurma kaygısına kapılmadan, olayların akışına uyarak, başka bir deyimle çevrenin insana "mekanik" bir şekilde "zorla kabul ettirdiği" bir dünya görüşüne mi katılmalı? Burada çevre sözünden, insanın bilinci doğar doğmaz otomatik olarak içine girdiği toplumsal gruplarından biri anlaşılır. Bu, köyü ya da kenti olabilir; bundan başka insan, papaz ya da ataerkil aile atasının düşüncelerinin etkisindedir. Bunların ortaya attıkları "bilgece" görüşler, bir yasa değerinde sayılır. Ayrıca düşünceler, sihir ve büyü ile karışık olan kocakarı masallarıyla, çeyrek aydının kendi dar kafalılığı ve güçsüzlüğünden doğan karamsar bir dünya görüşünden de kaynak alır.

(...) Birey, dünya görüşüyle daima belirli bir toplumsal kümeye, özellikle aynı düşünce ve eylem biçimini paylaşan kişilerden oluşan kümeye bağlıdır. İnsan, her zaman herkesin gittiği yolda düşünür ve gider, daima yığın adamı (hommemasse) ya da toplum adamı (homme collectif)dır. (...) İnsanın dünya görüşü bir eleştiri süzgecinden geçirilerek, yamalı bohça olmaktan çıkarılmamış ve içinde yaşanılan anın etkisinde ve birlikten yoksun ise, kişiliği de acayip bir yamalı bohça görüntüsündedir: Onda mağara adamının düşünce, eğilim ve davranışlarıyla çağımızın en ileri bilimsel ilkeleri, geçmiş bütün tarihsel aşamalardan arta kalan acınacak kadar bölgeci önyargılarla insan türünün gelecekte dünya ölçüsünde birliğini kurduğu zaman edineceği felsefenin sezisi birbirine karışmış halde bulunur! İnsanın kendi dünya görüşünü eleştirmesi; bunu yamalı bohçalıktan çıkararak bütünleştirmesi, dünyadaki en ileri düşünüşün [yani Marksizmin -b.n.] varmış olduğu doruğa yükseltilmesi demektir. Bu, aynı zamanda, halk felsefesinde donup kalmış olduğu ölçüde bugüne kadar kotarılmış olan bütün felsefelerin de eleştirilmesi anlamına gelir. (...) Bu ilke, bugüne kadar akıp gelmiş bulunan ve her birimizde tartışmasızca kabul ettiğimiz sayısız izler bırakmış olan bir tarihsel sürecin ürünü olarak düşünülmelidir. İlk adımda yapılması gereken şey, bu kalıntıların bilançosunu düzenlemektir. 

(...) Felsefe, felsefe tarihinden, kültür de kültür tarihinden ayrılamaz. Bir dünya görüşünün tarihselliği, temsil ettiği gelişme aşaması ve başka görüşlerle ya da başka görüşlerin unsurlarıyla çeliştiği kavranmadan (...) eleştiriden geçirilerek bütünleştirilmiş bir dünya görüşüne sahip olunamaz. Bizim dünya görüşümüz, gerçekliğin ortaya çıkardığı sorunlara cevap vermektedir. (...) Şimdiki zaman, hem de iyice belirlenmiş bir şimdiki zaman, çok gerilerde kalmış ve aşılmış bir geçmişin sorunları ile yoğrulmuş bir zihinle nasıl düşünülebilir? Eğer böyle bir şey olmuşsa, bu, yaşadığımız zamanın gerisinde kalmışız, çağdaş zamanın içinde yaşayan varlıklar değil, birtakım fosiller ya da çok acayip bir yamalı bohçayız demektir. Gerçekten de öyle toplumsal kümeler vardır ki, bir yanlarıyla en gelişmiş çağdaş bir görünüm taşıdıkları halde, bir yanlarıyla da toplumsal durumları bakımından geri ve bundan ötürü de tam bir tarihsel özerkliğe erme gücünden yoksun kalmışlardır.

(...) Büyük bir kültür yaratmak sadece bireysel olarak "özgün" (originales) keşiflerde bulunmak anlamına gelmez; bu, daha önceden keşfedilmiş olan hakikatleri, eleştiriden geçirerek yaymak, bunları "topluma mal etmek" yani yaşam için gerekli eylemlerin temeli, fikir ve ahlak düzeninin unsurları haline getirmek demektir. Bir insan yığınının içinde yaşanılan gerçeklik üzerinde tutarlı ve bütün halinde düşünmesini sağlamak, bir felsefe "dahisinin" yapacağı ve yalnız küçük aydın kümelerinin malı olarak kalacak bir keşiften daha önemli ve daha özgün bir felsefe olgusudur.

(...) Felsefe fikir hayatıyla ilgili bir bilgi düzenidir. Oysa ne kamusal düşünüş ne de din böyle olabilir. Gerçekte, din ile kamusal düşünüşün aynı olmadığını, buna karşılık dinin bütün öteki dağınık unsurlar arasında nasıl kamusal düşünüşün bir unsuru olduğunu görmek lazımdır. Alt tarafı, "kamusal düşünüş" "din" gibi kolektif bir isimdir: Yalnız tek bir kamusal düşünüş vardır; çünkü o da tarihsel bir ürün ve oluştur. Felsefe hem kamusal düşünüşün hem de dinin eleştirilmesi ve aşılmasıdır. Bu anlamda kamusal düşünüşe karşıt olan "sağduyu" (bon sens) ile aynı şey olur.

(...) Din ve kamusal düşünüş bir zihin düzeni olamaz. Çünkü bunlar birliğe, bütünlüğe kavuşturulamaz; bu, değil toplumsal bilinç (censcience collective), bireysel bilinç için bile mümkün değildir: İkisi de "kendiliklerinden" birliğe, bütünlüğe kavuşamaz; bu, ancak "zorlayıcı bir yöntemle" olabilir; geçmişte de bazı sınırlar içinde olabilmiştir. 

(...) Aslında, genel felsefe diye bir şey yoktur: Çeşitli felsefeler ya da dünya görüşleri vardır; bunlar arasında da daima bir seçme yapılır. Bu seçme nasıl olur? Bu seçme tamamıyla zihinle ilgili ya da karmaşık bir olay mıdır? Hem sonra, bu zihin olayı ile eylem kuralı arasında çelişki olduğu sık sık görülmüyor mu? Öyleyse gerçek dünya görüşü hangisidir? Mantığa uygun olarak düşünülen mi, yoksa her bireyin gerçek gidiş ve davranışında kendisini açığa vuran ve eylem içinde saklı bulunan dünya görüşü müdür? Madem ki bir eylemde bulunmak daima siyasal olarak bir eylemde bulunmaktır; buna göre, her insanın felsefesi, tamamıyla politikasının içindedir denilemez mi?

Düşünce ile eylem arasındaki bu çelişki, yani biri sözle açığa vurulan, öteki doğrudan doğruya eylemde görünen iki dünya görüşünün bir arada bulunuşu, her zaman kötü niyetten gelmez. Kötü niyet, tek tek bireyler ya da az çok kalabalık kümeler ele alınırsa doyurucu bir açıklama olur. Ama çelişki, büyük yığınların yaşayışıyla ilgili bir görüntü söz konusu olduğu zaman doyurucu değildir.

O vakit bu, zorunlu olarak tarihsel-toplumsal düzeydeki daha derin mücadelelerin bir ifadesidir. Bu demektir ki böyle olunca bir toplumsal grup, başka bir toplumsal gruptan, fikir bakımından ona boyun eğdiği, uydusu haline geldiği için, kendisinin olmayan bir dünya görüşünü alır. Bunu sözle açığa vurur, "normal zamanda", başka bir ifadeyle hareketlerinde bağımsız ve özerk olmadığı, tersine tam anlamıyla, uyduca hareket ettiği zaman bu dünya görüşünün izinde yürüdüğü için, kendisine özgü bir dünya görüşüne uygun hareket ettiğini sanır. İşte böylece felsefeyi politikadan ayırmanın mümkün olmadığı ve bir dünya görüşünün seçilmesinin ve eleştirisinin de siyasal bir olay olduğu ispat edilebilir (Oysa bu küme kendisine özgü bir dünya görüşüne sahiptir. Çok kere embriyon halinde bulunan bu dünya görüşü küme organik bir bütün halinde harekete geçtiği zaman, kendisini eylemde ve bundan ötürü de rastgele açığa vurur).

Buna göre, nasıl olup da her zaman birçok felsefe sistemlerinin ve akımlarının bir arada bulunduklarını, neden yayılmalar sırasında bazı kollara ayrılıp bazı yönlere saptıklarını açıklamak gerekir. Bu da, bir toplumsal grubun kendisine özgü hayat ve dünya görüşlerini eleştirici ve bütünleyici bir yöntemle bir sistem halinde bir araya getirmesinin ne kadar zorunlu olduğunu gösterir. 

(..) Fakat bu çalışma, felsefe tarihi çerçevesi içinde yapılmalıdır; zaten başka türlü de olamaz. Çünkü düşüncenin yüzyıllar boyunca nasıl bir çalışmanın konusu olduğu, bugünkü düşünce tarzımızın nasıl kolektif bir çabaya mal olduğunu bize ancak, bütün bu geçmişin tarihini, yanılgıları ve hezeyanlarıyla özetleyip bir araya getiren felsefe tarihi gösterir. Bu yanılgıların ve hezeyanların geçmişe ait olduğunu ve düzeltildiklerini söylemek, bugün de meydana gelmeyeceklerini ve düzeltilmeleri gerekmeyeceği anlamına gelmez.

Halk felsefe hakkında ne düşünür? Bunu, günlük dildeki bazı deyimlerden çıkarabiliriz. En yaygın olanı "olayları filozofça karşılamak"tır. Bu ifade çözümlenirse, öyle tamamıyla bir kenara itilecek gibi olmadığı görülür. Her ne kadar bu formül, üstü kapalı olarak insanı boyun eğmeye, durumuna katlanmaya çağırıyorsa da, en önemli olan nokta tam tersine, bizi derin düşünmeye, olayların aslında akla dayanan bir nedeni olduğunu hesaba katmaya ve kendimizi içgüdülerden gelen coşkun içtepilere bırakmayarak, bütün akıl gücümüzü bir araya toplayıp bu olayları karşılamaya çağırmış olmasıdır. Bu halk deyimlerini halk yazarlarının sözleriyle bir araya getirebiliriz. (...) O vakit görülür ki, bu terimler kesin olarak, hayvansal ve ilkel tutkuları aşarak, insanın eylemine bilinçli bir yön kazandıran bir zorunluluk anlayışına varması anlamına gelir. İşte kamusal düşünüşün sağlıklı çekirdeği buradadır, buna da yerinde olarak "sağduyu" adını verebiliriz. Bu sağduyunun geliştirilerek tek ve bütün bir düşünce haline getirilmesi gerekir. İşte bunun içindir ki "bilimsel" denilen felsefe, dağınık düşünce ve görüşlerin toplamı olan "kaba" denilen "halk" felsefesinden ayrılamaz. ..."
(Antonio Gramsci, Felsefenin ve Tarihsel Materyalizmin İncelenmesine Giriş: Birkaç Temel Dayanak Noktası, Hapishane Defterleri, Belge Yay., içinde s. 17-23)

Bu düşünceler "çeyrek aydının kendi dar kafalılığı ve güçsüzlüğünden doğan karamsar bir dünya görüşünden" hareket edenler (Gramsci bunu sanki birebir bizim Serhat Halis'leri düşünerek yazmış!) için fazla haddinrden fazla diyalektik ve derin olabilir.  Ama anlatılmak istenen temel düşünceler aslında oldukça basittir: 

Sınıflı toplum altında geniş kitlelerin eleştiri süzgecinden geçmemiş düşünce biçimi kaçınılmaz olarak çelişkili bir yapıya sahiptir: Bu düşünce nuh nebiden kalma en geri düşüncelerle modern üretimden ve modern sınıf mücadelesinden kaynaklanan en ileri ve geleceğin komünist toplumuyla (Gramsci'nin faşist gardiyanların sansüründen kurtulmak için "insan türünün gelecekte dünya ölçüsünde birliğini kurduğu zaman" diye ifade ettiği şey tam olarak budur) az çok uyumlu düşünceler, ki bunlara Marx'ın ifadesiyle "bütün ulusların tarih öncesini oluşturan" ilkel komünizmin geleneklerinin bazı kalıntıları da eklenebilir, bir arada ve genellikle birbiriyle karmakarışık bir bulamaç oluşturmuş bir halde bulunur. Halkın düşünce biçimi incelemek ve daha da önemlisi bunu devrimci bir temelde dönüştürmek isteyen herkes bu temel gerçekten hareket etmek zorundadır. Din, ulusal önyargılar, kocakarı masalları hatta darkafalı küçük-burjuva aydınlarının karamsar düşünceleri de (ki bu sonuncular da en azından diğerleri kadar gerici bir rol oynar) bu halk düşünüşünün unsurlarıdır ve elbette bir ülke ekonomik, kültürel ve siyasal olarak ne kadar geriyse bunlar o kadar büyük bir etkiye sahiptir ama yine de halk düşüncesi bu unsurlardan hiçbirine, ne dine ne de diğerlerine indirgenemez. Halk düşüncesindeki bu geri ve gerici unsurlar ezilen ve sömürülen kitlelerin hayat ve sınıf mücadelesi deneyimleriyle hiçbir zaman gerçek bir uyum içinde olamaz. Halk kitleleri kendi içlerindeki sınıf bilinçli unsurların çabalarıyla ve bizzat kendi mücadele deneyimleriyle kendi sınıf çıkarlarına yabancı olan düşüncelerin etkisinden kurtuldukça, bu unsurların etkisinden de kurtulmaya başlarlar. Yani halk kitlelerinin bilinç düzeyi statik ve değişmez değildir.   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder