9 Şubat 2023 Perşembe

Deprem yıkıntıları altında burjuva bilimi

Türkiye’de bilimin popülerleştirilmesinde çok faydalı işler yapan Evrim Ağacı’nın kurucularından genç ve parlak bilim insanı Çağrı Mert Bakırcı fay hatları üzerindeki şehirlerde binaların depreme dayanıklı yapılmadığı, imar barışı adı altında çürük binaların resmileştirildiği, deprem bölgesinde giriş katlarının kolonları kesilip işyerine çevrildiği gibi herkesin bildiği bazı olguları sıraladıktan ve bu koşullarda başka bir sonucun beklenemeyeceğini - haklı olarak - saptadıktan sonra, samimiyetinden kuşku duymadığımız bir öfkeyle şunları soruyor

“... Tam olarak ne kadar süre geçtikten sonra "Tamam, diğer hiçbir şey işe yaramıyor. Artık bilimi dinlemeye hazırız. Bunlar başımıza tekrar gelmesin diye ne gerekiyorsa yapacağız." lafını duyacağız?  Kaç kişinin daha ölmesi gerekiyor bunu duymamız için?

Bu isyanımı bastırmak için kendimi gerçekten zor tutuyorum artık. Yeter… Biz ne zaman akıllanacağız?”

"Biz" yani Türkiye nüfusunun çoğunluğu olan yoksullar "akılsız" değiliz, parasızız, imkanlarımız dar, hiçbir zengin (ayrıca aptal değilse) depreme dayanıksız bir evde yaşamaz, ailesini o evde yaşatmaz. Fakat yoksullar sokakta kalmamak için ucuz nereyi bulursa orada yaşamak zorundadır.

Bütün ciddi bilimsel araştırmalar, depremler, seller, salgınlar vb. doğa olaylarının toplumsal sonuçlarından yoksulların zenginlerden karşılaştırılamayacak kadar daha fazla etkilendiğini göstermektedir. Bu türden araştırmalar Evrimağacı sitesinde de bulunabilir. Bu durumda sınıflara bölünmemiş bir "biz"e ("imtiyatsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle" olan bir ulusa) ve depremin acı sonuçlarına bu hayalî "biz"in akıllanıp akıllanmamasının yol açtığına inanmak, uzaktaki yıldızların hareketlerinin insanların kaderini belirlediğine inanmaktan daha "bilimsel" değildir. Retorik de olsa bu temelde yapılan serzenişler insanları bilimsel anlamda aydınlatmaktan çok, trafik kazalarını "trafik canavarı" ile veya yüksek enflasyonu "enflasyon canavarı" ile açıklamaya benziyor. Yani sadece sorunun özünü karartıyor.

Herkes yaşadığı depremlerden bilimin ışığında sonuçlar çıkarmış ve teknolojinin yardımıyla gerekli önlemleri en iyi alan en iyi örnek olarak Japonya’yı gösterir. Japonya’da çok yüksek binaların 8 veya 9 şiddetindeki depremlerde bile yıkılmaması kapitalizm içinde de bu sorunun çözülebileceğine örnek olarak gösterilir. Tarihi boyunca çok sık ve çok yıkıcı depremler yaşayan ve bunun sonucunda deprem işini büyük ölçüde kontrol altına almış gibi görünen Japonya, 2011 yılındaki büyük depremde etkileri hala devam eden korkunç Fukuşima felaketini yaşamaktan kurtulamamıştır. Japon parlamentosunun açtığı bağımsız soruşturma, Fukuşima'nın "insan yapımı bir felaket" olduğu sonucuna vardı ve santralin işletmesini yapan Tokyo Electric Power (Tepco) şirketini gerekli güvenlik önlemlerini almamakla ve böyle bir olasılık için plan yapmamış olmakla suçladı. Yani tekellerin egemenliği ne kadar büyükse insan hayatı o kadar büyük risk altındadır. “Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) Fukuşima felaketini kategori 7 seviyesinde sınıflandırdı. Çernobil'in ardından bu ölçekte sınıflandırılan ikinci felaket oldu bu.”

Ancak burjuva medya ve sinema sektörü Çernobil’i ele almaya ne kadar istekliyse, Fukuşima’yı unutturmaya ve önemsiz göstermeye de o kadar isteklidir. Çünkü Çernobil felaketi aslında açık kapitalizme geçişine ramak kalmış ve tam da kapitalistçe “tasarruf tedbirleri” nedeniyle gerçekleşmiş olmasına rağmen “sosyalizmin”, planlı ekonominin bir sonucu olarak gösterilebilirken, Fukuşima en yüksek teknik ve bilimsel seviyeye sahip bir ülkede bile kapitalist tekellerin milyonlarca insanın hayatını riske atmak pahasına kendi kârlarını gözettiğinin en çarpıcı bir örneğiydi. “TEPCO’nun hazırladığı raporda böyle bir kazaya ihtimal dahi verilmiyordu. Oysa deprem tüm tahminlerden daha güçlü, tsunami tüm varsayımlardan daha büyüktü. Yine de bu felaketten önce TEPCO’nun harekete geçmesini sağlayacak uyarılar mevcuttu. Prof. Tatsujiro Suzuki’ye göre ‘Bu ABD’den ithal edilen ilk nükleer santrallerden biriydi. Sözleşmesi anahtar teslimdi, yani her şeyi üretici şirket hallediyordu. Çünkü nükleer tasarım ve tasarım vb. pek çok konuda bilgi eksikliği vardı.’” Santralin tasarımı hatalıydı, en fazla 6 metrelik dalgaları gözönünde bulundurarak inşa edilen duvarlar, 17 metrelik tsunami karşısında etkisiz kaldı.” İhmaller bunlarla da sınırlı kalmıyordu, “felaketten 13 yıl önce bir TEPCO çalışanı Fukuşima’daki reaktörlerden birinde bir çatlak buldu. Bunu TEPCO’ya bildirdiğinde şirket ona sorunun üstünü örtmesi gerektiğini söyledi. Bu uyarıyı dinlemeyen işçi durumu hükümete de bildirdi. Hükümet TEPCO’ya sorunu çözmesi emrini verdi. Bunun üzerine TEPCO işçiyi kovdu.” Kaliforniya üniversitesinden Katsuya Hirano’nun aktardığına göre “TEPCO yapısal sorunu çözmeyi planladı, fakat sonra bunun çok maliyetli olacağı ve santrali kapatmak zorunda kalabileceklerini farkettiler.” Falekatten ancak on yıl sonra Tokyo yüksek mahkemesi Fukuşima’da TEPCO ve Japon hükümetinin ihmalkarlığı olduğuna hükmetti ve bölgeden tahliye edilen insanlara tazminat ödemelerine karar verdi. (bkz. Fukuşima: Bir nükleer felaketin anatomisi. BBC Türkçe, https://youtu.be/J8LNhLPUorw)

Dönemin Japon hükümetinin tutumu “biz”e son derece tanıdık gelecektir: 

“Planlama sorunu: Deprem ve tsunami 11 Mart 2011 tarihinde Japonya'yı vurduğunda, bu kadar büyük ve karmaşık bir felaketle nasıl başa çıkılacağına dair bir plan yoktu. 

Bu nasıl mümkün olabildi?

Japonya'nın Nükleer Sanayii Güvenliği Ajansı'ndan pek çok üst düzey bürokrat, kamu görevinden ayrıldıktan sonra nükleer sektörde yüksek ücretli işlere girerler [tekellerle hükümetin iç içe geçmesinin, daha doğrusu ikincisinin birincisine göbekten bağlanmasının Lenin tarafından tekelci kapitalizm üzerine ünlü incelemesinde özellikle üzerinde durulan klasik bir yolu -b.n.]. Bunun sonucunda da kibir, gizlilik ve görmezden gelme kültürü ile aşılanmış bir nükleer sanayi oluşmuş haldeydi.

Çernobil ve ABD'deki Three Mile Island kazalarından alınan dersler burada uygulamaya konulmuş değildi. Afet meydana geldiğinde, Japonya ne yazık ki yeterince hazırlıklı değildi.

Aşırı güven: Japonya'da geçen yıl yapılan bir araştırmada, mobil jeneratörler ve pil paketleri gibi erimeyi önlemeye yardımcı olabilecek basit ekipmanların Fukuşima'dan sadece 25 mil uzak bir depoda oldukları ortaya çıktı. Tsunami tesisin elektrik sistemini vurduktan sonra hâlâ yedek ekipman getirmek için zaman vardı. Ordu helikopterleri beklemedeydi. Ama bir plan yoktu. Ve kaos yaşandı. Herhangi bir tahliye planı da yoktu. Halka tesisin güvenli olduğu söylenmişti. Bu yüzden hiç kimse bir afet planı olup olmadığını sormadı.” (Rupert Wingfield-Hayes, Fukuşima felaketinden alınacak dersler, BBC News, 2 Ekim 2013, https://archive.md/DRgoy )

Bu durumda Japonların da bizim gibi yaşananlardan ders almayan ve akıllanmayan, bilimin sözünü dinlemeyi bir türlü kabul etmeyen insanlar olduğunu mu düşünmeliyiz? Yoksa sorun açıkça başka bir yerde, kapitalist tekellerin aşırı kâr hırsının her şeye egemen olmasında mıdır? 

Lenin materyalist felsefe üzerine tarihi önemdeki eserinde burjuva doğa bilimcilerin "toplumsal sorunlar ile başa çıkmaktaki yeteneksizlikleri"nin kaynağı üzerine , Franz Mehring’in şu saptamasını aktarır:

"... Haeckel'in yetersizliği, tarihi materyalizm hakkında en ufak fikri olmaması ve, bunun sonucu olarak, siyaset üzerine olduğu kadar, "monist din" üzerine de, göze batar birtakım saçmalıklar ileri sürecek duruma düşmesidir vb. vb. "Haeckel bir materyalist ve monisttir, tarihi materyalist değil, doğabilimsel materyalisttir."

(Doğa bilimlerinin materyalizminin toplumsal sorunlar ile başa çıkmaktaki) "bu yeteneksizliğini elle tutulur bir biçimde kavramak isteyen kimse, insanlığın kurtuluşu yolundaki büyük mücadelede gerçekten de yenilmez bir silah olacaksa, doğabilimsel materyalizmin tarihi materyalizmi kapsayacak biçimde genişletilmesi gerektiğine inanmak isteyen kimse, Haeckel'in kitabını okusun." (Franz Mehring’den aktaran, Lenin, Materyalizm ve Ampiriokritisizm, İnter Yay., s. 411)

Bizim iyi ve ilerici niyetlerinden kesinlikle kuşku duymadığımız parlak bilim insanlarımız da anlaşılan 20. yy başının Avrupalı en parlak doğa bilimcileriyle aynı zayıflıktan muzdariptir, yani doğa bilimine ne kadar hakimseler, toplum biliminde kendilerini astrologların seviyesine düşürmeden edemiyorlar. Ama belki de öyle değildir, çünkü aradan geçen zamanda bilimsel sosyalizmin fikirleri çok daha fazla yaygınlaşmıştır, o zaman da toplumsal sorunları her şeyden önce “biz”in akılsızlığıyla ve bilimden nasiplenmemişliğiyle açıklama alışkanlığından bir kerede ve sonsuza kadar vazgeçmek gerekir. Kaldı ki geniş kitlelerin cehalete mahkum edilmesinin de bir sistem sorunu olduğunu anlamak için Karl Marx olmaya gerek yoktur, sadece onun bir iki yazısını okumak yeterli olacaktır. 

Temel sorun "biz"e hangi sınıfın önderlik ettiği, hangi sınıfın hakim olduğudur: ya "biz"e, ulusun, ülkenin kaderine bir avuç zengin sömürücü hakim olacaktır ve bu böyle olduğu sürece paranın çıkarlarıyla aklın ve bilimin emirlerinin çeliştiği her noktadan son sözü söyleyen her zaman paranın çıkarları olacaktır ya da "biz"e, ülkeye işçi sınıfı hakim olacaktır, ancak ve ancak o zaman hem doğa biliminin hem de toplum biliminin ortaya koyduğu gerçeklerin ışığında gerçekten planlı ve akılcı bir toplumsal yaşam kurulabilecektir. 

İşçi Sınıfının Kurtuluşu


1 yorum:

  1. Güzel bir yazı... Apaçık ortada olan doğruları dile getiriyor da olsa, bazı bilimdışı yaklaşımlar son onyıllarda ülkemizde öyle yaygınlık kazandı ki demek bazen 'bilimi yeniden keşfetmek' (!) gerekebiliyor.
    Yazının olumlu yanlarından biri de, içeriğinde, bilime/popüler bilime hizmet ettikleri açık olan kesimler için yumuşak bir üslup kullanılmış olması. Toplumsal belleği yeniden kazanma dönemlerinde böyle davranmak yerinde olacaktır.
    Yazıya ekleyebileceğim bir husus var ve bu, gerçekte durumun daha da vahim olduğunu gösterecek nitelikte:
    Egemen sınıf bireylerinin büyük bir bölümü deprem gibi olaylarda durumu 'kader' vb. ile açıklarken, kendilerini sağlama almada hiç de kaderci gibi davranmıyorlar; bu açık... Fakat, belki de Türkiye'ye ve özellikle son onyıllarda içinde yaşadığı siyasal iklime özgü bir farklılık da var gibi görünüyor: Azınlıkta da olsalar, yeni türeyen sermaye sınıfının bazı mensupları ve onların 'bilim insanları' olan kimi yardakçılar, halkı uyutma amacıyla türetilmiş kimi konularda din kaynaklı hurafelere gerçekten de inanabiliyorlar... Çok yeni olmasa da, şu ünlü olay buna bir örnektir: Çernobil kazasını izleyen dönemde, kendisini Osmanlı terbiyesi almış biri olarak tanımlayan nükleer araştırma merkezinin başkanı, fizik profesörü Ahmet Yüksel Özemre "Türk milletine bir şey olmaz", "Allah bizi korur" gibisinden 'tez'lerini kanıtlamak için, kameraların karşısında radyasyonlu çaylardan içmişti... Egemen sınıf mensuplarının bir kesimi böyle bilim (!) insanlarına hayrandır, onlara gerçekten inanır.
    Büyük bir ağırlığa sahip olmasa da, normal tarihsel süreçlerden geçerek, dolayısıyla belli bir burjuva kültürü kazanarak ortaya çıkmış olmadıkları için böyle zuhur etmiş bir kesimin de var olduğunu görmekte yarar var. Bu sayede geleceğe yönelik daha eksiksiz politikalar üretilebilir.

    YanıtlaSil