“Enflasyon yükseliyorsa tek çare faiz arttırmaktır” anlayışını sihirli bir formül gibi her fırsatta tekrar eden burjuva ekonomistlerimizin ABD ve Avrupa’daki son günlerde yaşanan banka krizi konusunda “nedense” ağızlarını bıçak açmıyor.
Tek kelime edemiyorlar zira burjuva ekonomistlerimizin biricik ezberine uygun olarak, ABD Merkez Bankası (FED) yükselen enflasyonu kontrol altına almak için faizleri artırdı, fakat bu artış durumu düzeltmek şöyle dursun ABD’nin 16. büyük bankası olan Silikon Vadisi Bankası'nın (SVB) batmasına yol açtı. SVB battıktan sonra kriz daha da tırmandı. Kriz hem ABD’de devam ediyor hem de Avrupa’ya sıçrayarak bankacılık merkezi olmakla tanınan İsviçre’nin ikinci büyük bankasını devirdi.
Ama burjuva “ekonomi bilimi”nin evrensel "ilkeleri”ne uyunca her şeyin çözülmesi gerekmiyor muydu? “Yükselen enflasyon koşullarında faiz artırmak gerekir” anlayışı ekonomi biliminin tartışmasız bir yasası ise, ABD’de faiz kırk yılın rekorunu kırarak %4.5 gibi bu ülke için uzun zamandır görülmemiş bir oranda arttırıldığı halde neden kriz hafiflemek yerine daha da şiddetleniyor ve yayılıyor?
Bu faiz artışı zaten pamuk ipliğine bağlı olan dengeleri temelden bozdu. ABD'deki orta ölçekli bankalar bu artıştan son derece olumsuz etkilendi çünkü bunların sermayeleri genelde devlet tahvillerinden oluşmaktaydı. Faiz artışı bu tahvillerin hızla değer kaybetmesine yol açtı ve örneğin Silikon Vadisi Bankası’nın kasasında duran tahvillerin değeri 91 milyar dolardan 76 milyar dolara düştü. Başka deyişle, bu bankanın elindeki sermaye önemli miktarda erimiş oldu.
“Faiz artınca tahvillerin değeri neden düşüyor?” diye soranlar olabilir.
Faiz artınca tahvillerin değeri düşüyor çünkü bankanın elindeki mevcut tahvillerin sabit faiz ödemeleri var. Bu faizin miktarı ABD Merkez Bankası'nın eski politika faizine göre belirlendiği için düşük faiz getirisi sağlıyor. ABD Merkez Bankası faiz oranlarını artırınca yeni çıkarılacak olan tahviller de buna paralel olarak yüksek faiz verecek. Yatırımcılar bunu biliyor. Bu yüzden de doğal olarak bankaların kasasında duran bu düşük faizli tahvilleri satın almak istemiyorlar. Bu tahvillere olan talep düşüyor. Bunun sonucunda da söz konusu tahvillerin fiyatları ve piyasa değeri düşüyor.
Hikayenin bundan sonrası biliniyor: SVB'nin borsadaki hisse senetleri çakılıyor, bankada hesapları olanlar paralarını çekmek için kuyruğa giriyorlar, banka batıyor, ABD devleti bankaya el koyuyor, panik Avrupa’ya sıçrıyor, 167 yıllık geçmişi olan İsviçre’nin en önemli bankalarından Credit Suisse hisse senetleri çakıldıktan sonra İsviçre’nin en büyük bankası olan UBS tarafından satın alınıyor.
Bütün bunların ardından, benzer krizlerden alışık olduğumuz gibi devletler devreye giriyor, işçilere sürekli “kemer sıkmalarını” vaaz eden bürokratlar, işçilerden toplanan vergilerden elde edilen milyarlarca doları bir çırpıda bankalara aktarıyorlar.
Bankaların batacağına dair korkuların arttığı böyle bir ortamda mevduat sahipleri paralarını “küçük” ve orta büyüklükteki bölgesel bankalardan çekip “en kötü senaryo gerçekleşse bile devlet nasıl olsa onları kurtarır” diye düşünerek daha güvenli gördükleri JPMorgan,Wells Fargo, Goldman Sachs ve Morgan Stanley gibi en büyük bankalara yatırmaya başladığı için bu işten onlar kârlı çıkıyorlar.
Bunun sonucu kaçınılmaz olarak bankacılık sektöründe “konsolidasyon” (sermayenin merkezileşmesi) yani “küçük” ve orta büyüklükteki bankaların en büyük bankalar tarafından yutulması olacaktır. Tabii ki “küçük” bankalar bundan memnun olmayacaktır ama: "... Aslında bu, küçük sermayenin büyük sermayenin baskısından hep aynı yakınmasıdır, ne var ki bu olayda “küçük” kategorisine kocaman bir sendika [Kapitalist birlik - bir çeşit tröst —Red.] düşmüştür! Küçük sermaye ile büyük sermaye arasındaki mücadele bu kez yeni, karşılaştırılamayacak kadar yüksek bir gelişme düzeyinde yinelenmektedir." (Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, İnter Yay., s. 46-47). Bu örnekte de “küçük” banka SVB, 2022’nin dördüncü çeyreğinde 212 milyar varlık bildiren, yani bizim İş Bankası’nın 4.5 katından daha büyük olan, ABD’nin en büyük 16. bankasıdır.
Ortada büyük bir “felaket” var, emperyalist ülkelerin burjuva basını alarm zilleri çalıyor ve herkes her krizden sonra sorulan o bayat soruyu bir kez daha soruyor: “Neden daha önceki krizlerinden ders alamadık? Ne zaman akıllanacağız?” 2001 ve 2008 krizlerinden sonra da burjuva basınında aynı soru defalarca sorulmuştu ve hiç kimse bu soruyu cevaplayamamıştı.
Demek ki mesele “akıllanma, önceki krizlerden ders alma” meselesi değil veya kapitalizmin böyle bir kapasitesi yoktur. Hakeza mesele hükümete tabi olan bir Merkez Bankası yerine sözüm ona “bağımsız” (yani hükümetten bağımsız ve finans kapitale göbekten bağımlı) bir Merkez Bankası kurarak ya da “ekonomiden anlamayan imam-hatipli torpillilerin” yerine - burjuva muhalefetin başı Kemal Kılıçdaroğlu’nun deyişiyle - “siyaset üstü liyakatli kadrolar”ı getirerek çözülecek kadar basit değildir.
ABD’de Merkez Bankası’nın hükümetten bağımsız olduğu tartışmasız bir konu. O halde sorun nedir? Yoksa ABD Merkez Bankası Başkanı Jerome Powell da mı imam hatip veya papaz okulu mezunudur? O da mı “enflasyon artışı durdurulamıyorsa tek çare faizi arttırmaktır” gibi burjuva “ekonomi biliminin evrensel kurallarından” habersizdir?
Pek sanmıyoruz, zira bu bayın “kariyeri” bizim burjuva ekonomistlerin en iddialılarının bile gözlerini kamaştıracak niteliktedir. Powell, ABD’nin en önemli üniversitelerinden biri olan Princeton’dan mezun olmuş, Georgetown Üniversitesi’nde doktora yapmış, daha sonra dev finans kuruluşlarında yöneticilik yapmış, kendi finans şirketini kurmuş, sonra Hazine İç Finansman Müsteşarı olmuş, önemli düşünce kuruluşlarını yönetmiş, 2012’den itibaren Merkez Bankası’nda çeşitli görevlerde bulunmuş, 2018 yılından itibaren ise (hem Donald Trump döneminde, hem Joe Biden döneminde) "siyaset üstü" bir bürokrat olarak Merkez Bankası Başkanlığı yapmıştır.
Peki burjuva ölçülerle “liyakat”ı kesinlikle tartışmasız olan bu teknokrat, geçen hafta batan SVB hakkında Haziran 2021'de ne demişti?
O dönemde SVB’nin Boston Private Bank and Trust adlı bankayı 900 milyon dolara satın alması gündemdeydi ve bu satışın Merkez Bankası tarafından onaylanması gerekiyordu. Bu onay yazısının altına imza atan Powell yazıyı aynen şöyle tamamlamıştı:
"Kuruluş [SVB kastediliyor], finansal sıkıntı durumunda finansal sistem için önemli bir risk oluşturacak kadar kritik bir hizmet sağlayıcısı değildir ve burada yaşanacak bir sorun diğer firmalara veya piyasalara sıçramaz." ("FED SVB'nin Finansal Sistem İçin Ciddi Bir Risk Yaratmadığında Israr Etti, 15 Mart 2023" )
Ama SVB batınca aynı Powell, 180 derece tersini söyledi ve mevduat sahiplerinin paralarını kurtarmak için ortada “bütün finansal sistem için risk oluşturabilecek” bir durum olduğu (bkz. "ABD'yi Bir Bankacılık Krizinden Kurtarmak İçin 72 Saatlik Mücadele", The Washington Post, 14 Mart 2023) gerekçesini öne sürmekten geri durmadı.
Alın size Merkez Bankası’nın bağımsızlığı, alın size burjuvazinin en liyakatlı bir yöneticisinin feraseti ve onun uzmanı olduğu burjuva ekonomi biliminin büyük öngörülülüğü!
ABD Merkez Bankası’nın alabildiğine liyakatli Başkanı farklı zamanlarda birbirinin tam tersi sözleri söyleme konusunda lise ve üniversite diplomaları hayli tartışmalı Tayyip Erdoğan’dan geri kalmıyor. Bir kere daha ortaya çıkıyor ki, bu bilgili teknokratların “liyakat”larının en yüksek ölçüsü tekelci sermayenin çıkarlarına hizmette ne kadar mahir ve kıvrak olduklarından ibarettir.
En elit okullardan mezun olan bu tür teknokratlar tekellerin işe alırken öncelikli tercih edeceği kişiler olurlar. Hele bir de "iş hayatında" (pratikte) sermayeye başarılı bir biçimde uşaklık edebilirlerse sadece "özel sektör"de değil, tüm sermaye sınıfının komuta kademesine yani burjuva devlet yöneticiliğine ya da Dünya Bankası, İMF gibi kuruluşlarda yöneticilik görevlerine bile gelebilirler.
Bunlar, sermayeye en "bilimsel", en verimli tarzda hizmet etmek üzere kendilerini yetiştirmiş kişilerdir. Bu okullardan mezun olanlar sadece muhasebe, lojistik, "insan kaynakları", "yönetim bilimi", pazarlama gibi tek tek şirketlerin idaresini öğrenmekle kalmaz, zaten azman olan şirketlerin daha da azmanlaşmaları için en uygun ortamı sağlamayı hedefleyen ekonomi politikalarının da uzmanı olurlar. En büyük şirketler için en uygun faiz oranlarının, kur oranlarının, işçilerin en kolay sömürülmesini güvence altına alacak iş yasalarının, en uygun vergi sistemlerinin neler olduğunu mükemmel şekilde öğrenirler. Başka bir deyişle, bu kişiler sadece işletme içinde değil, işletme dışında da sermayenin son derece liyakat sahibi, uzmanlaşmış uşaklarıdır. Sermayenin çıkarları ABD Merkez Bankası Başkanı’nın yaptığı gibi ani politika değişikliklerini gerektirdiğinde, bir günde 180 derece ağız değiştirecek kadar ilkesizdirler. Tam da bu ilkesizlik, yani tekelci sermayenin çıkarlarıyla geçici olarak bile olsa çelişebilecek hiçbir şeye (ki buna bizim Özgür Demirtaş gibi karikatürlerinin tapındığı “ekonomi biliminin” sözüm ona değişmez ve tartışılmaz “yasaları” da dahildir) körü körüne bağlı olmamak sermayenin gözünde bu uzmanların “liyakat”ının en olmaz olmaz unsurlarından biridir. Burjuva “liyakat”ın, uzmanlığın, iyi eğitimli olmanın her şeyin çözümü olduğunu ya da en azından kapitalizm çerçevesi içinde de olsa işlere daha rasyonel ve yoksul sınıflar için daha katlanılabilir bir biçim verebileceğini zanneden küçük burjuva demokratlarımızın ve sosyalistlerimizin anlamadığı şey de tam olarak budur.
ABD'deki son iflaslar bir kez daha gösteriyor ki mesele bizim burjuva muhalefetin ve onun küçük burjuva kuyrukçularının zannettiği gibi işi bilmeyen kişilerin yerine liyakatlilerin yönetici pozisyonlara getirilmesini değildir. Asıl sorun her geçen gün daha fazla çürüyen, kitleleri her geçen gün daha fazla yoksullaştıran, kriz ve savaşları kaçınılmaz olarak doğuran kapitalizmin kendisidir. Ne kadar "akıllı" kişileri yönetici mevkilere getirirseniz getirin, kapitalizm işçi sınıfı tarafından yıkılana kadar krizler son bulmayacak, işçi ve emekçi kitlelerin durumu kötüleşmeye devam edecektir.
Küçük-burjuva andavallarımızın inandıklarının aksine kapitalizm altında krizlerin, hükümetlerin de boğazlarına kadar bulaştığı çok riskli işlemlere ve en korkunç boyuttaki spekülasyonlara girişmenin kaynağı belli bir ülkedeki kapitalizmin azgelişmişliği, liyakatsizliği vb. değil tam da kapitalizmin ileri düzeyde gelişmesi ve bu gelişme sonucunda serbest rekabetçi kapitalizmin tekelci kapitalizme ve onun da tekelci devlet kapitalizmine dönüşmesidir:
“... Kapitalizmin gelişmesi öyle bir noktaya varmıştır ki, meta üretimi hâlâ “egemenliğini” korumakla ve ekonomik yaşamın temeli sayılmakla birlikte, aslında sarsılmıştır ve esas kârlar mali dolaplar çeviren “deha”lara akmaktadır. Bu dolapların ve düzenbazlıkların temeli, üretimin toplumsallaşmasında aranmalıdır, ne var ki insanlığın bu toplumsallaşmaya kadar ulaşan muazzam ilerlemesi ... spekülatörlerin işine yaramaktadır. Daha ileride “bu nedenle” kapitalist emperyalizmin küçük- burjuva gerici eleştirisinin nasıl “serbest”, “barışçıl”, “dürüst” rekabete geri dönmeyi düşlediğini göreceğiz." (Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, İnter Yay., s. 28-29)
İşte bizim her renk ve şekilden küçük-burjuva demokratlarımızın ve sosyalistlerimizin liyakatsizlerin indirilip liyakat sahiplerinin başa getirilmesi yoluyla daha aklı başında, daha düzenli, daha adil (en azından burjuvazinin farklı kesimleri arasında daha “adil”), daha az kayırmacı vb. bir kapitalizm ve kapitalist devlet ve hükümet kurulabileceği hayallerinin, Bay Erkan Baş’ın veciz ifadesiyle “devletin rayına oturtulabileceği” ya da Arzu Çerkezoğlu hanımefendinin ifadesiyle “esas sorununun ahbap çavuş kapitalizmi olduğu” şeklindeki batıl inançlarının küçük-burjuva ütopik ve gerici karakteri tam da buradan kaynaklanmaktadır.
İşçi Sınıfının Kurtuluşu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder